pen36 header icon36

CiDDi CiDDi

Tuesday, 22. July 2008

ODTÜ

yan3

Tuesday, 6. February 2007

Kan sesi...

HİÇBİR şeye bu kadar çok heveslenmediler.

Ancak "Ogün Samast" olmaya heveslendiler. Maçlarda binlercesi "Hepimiz Ogün Samast’ız" diye bağırıyorlar.

Demokrasi mücadelelerini sevmediler.

Gericiliğe ve irticaya karşı tepki göstermeyi sevmediler.

Temiz toplum istemeyi sevmediler.

Soygunlarla-hırsızlıkla kavga etmeyi sevmediler.

Bir tek gün olsun yoksulluk için, açlık için ağızlarını açmadılar, güçsüz yoksullar adına haykırmayı sevmediler.

Ama "birer Ogün Samast olmaya" bayıldılar.

Hafta sonları tribünlerde "Hepimiz Ogun Samast’ız" diye bağırıyorlar avaz avaz.

Ogün Samast; katil...

"Hepimiz Ogün Samast’ız" diyorlar.

Ve ne kadar da çoklar.

Bin, iki bin, üç bin, on bin, yüz bin...

*

Biz geri zekálılar da "derin devlet"i, "katil kim"i, "dış mihraklar"ı, "gizli örgütler"i, "cinayetin arkasındaki sır"rı tartışıyoruz.

Oysa gerçek orada bağırıyor:

"Hepimiz Ogün Samast’ız..."

Kimisi katilin beyaz beresinden bulup kafasına dahi geçiriyor, daha da iyi benzemek ve daha da onun gibi olmak için...

Her taraf onlarla dolu, etrafınıza bakın.

Ben kimi zaman onlarla karşılaştığımda "birazdan bağıracak" diye beklerim. Zaten o da "bağırsam mı?" diye etrafına bakınır, anlarım.

Bu tribünlerde gördükleriniz bağırma olanağı bulanlar.

Birer "Ogün Samast" olduklarını haykırıyorlar.

Ogün Samast; katil...

Donanımlı, kültürlü, akıllı, bilinçli, birer iyi vatandaş olmak... Ülkelerinin ve ailelerinin gurur duyacağı birer kimlik sahibi olmak için hiçbir zaman tepkileri yok.

Adam olmak için bir gün olsun bağırmış değiller...

İnsan olmak umurlarında değil...

"Ogün Samast olmak" istiyorlar.

Ve bağırıyorlar hep birlikte:

"Hepimiz Ogün Samast’ız..."

İyi haltsınız...

Bu ülkeye barışın, sevginin hiçbir zaman gelmeyeceğinin gür sesidir o, dinleyin...

Kan sesi...

bcoskun@hurriyet.com.tr

Tuesday, 7. November 2006

VALİLİK AÇIKLAMASI: TÜM YURT DIŞI YAZIŞMALAR İÇİN REPUBLIC OF TÜRKİYE

Turkey kelimesi Osmanlı imparatorluğunun son
zamanlarında ilk defa İngiliz kaynaklarında, biraz da alay
ifade ederek kullanılmıştır. Bazı ülkeler kendilerini
GREAT=BÜYÜK, ÖNEMLİ olarak nitelerken Ülkemizin bir
kümes hayvanının ismi ile anılması kabul edilemez.
Kelimenin iticiliği ve ülkemizi ne şekilde ifade edeceği
düşünülmeden adete ülkemizin isminin İngilizce ifadesi imiş
gibi Türkler tarafından da kullanılmış ve kullanılmaktadır.

Özel isimler bir başka dilde de aynı şekildedir.
Bir zamanlar Habeşistan olarak bilinen ülke tüm Dünyaya
adının Etiyopya olduğunu ve bundan böyle Habeşistan
olarak gönderilen hiç bir postanın alınmayacağını açıklamış
ve tüm dünya Etiyopya adını kullanmaya başlamıştır.

Ya Türkiye ?! Bir kümes hayvanının adı ile anılıyor.
Uluslararası toplantılarda ülkemizi temsil eden başta sayın
Cumhurbaşkanımız olmak üzere tüm görevlilerin önünde
"HİNDİ" anlamında "TURKEY" yazıyor. Bundan rahatsız
olmamak mümkün mü ?
Bir başka örnek ise Hindistan. Siz hiç uluslararası bir
toplantıda Hindistan diye bir kelime gördünüz mü? Aynı
hata. Hindistan bu ülkeye sadece Türklerin verdiği bir
isimdir. Uluslararası isim değildir.

Bizim ismimiz Türkiye kelimesi bir ülkenin dilinde başka
anlama gelebilir. Bu önemli değil. Bütün dillerde tek tek
ülkemizin adının iyi anlama gelmesi gerekmez. Ancak bir
de uluslararası ülke isimleri vardır. Uluslararası
toplantılarda bu isim kullanılır.
Türkiye'nin uluslararası toplantılarda adı İngilizlerin
söylediği Turkey olarak geçiyor. Varsın İngilizler Turkey
demeye devam etsin. Bize Turcia, Turkia gibi değişik
şekillerde söyleyenler de var. Onlar da devam etsinler.
Ancak uluslararası bir toplantıda ülkemizin adı bizim
söylediğimiz şekilde Türkiye olarak geçmelidir. Diyorlar ki
Türkiye kelimesinde bulunan ü harfi Avrupa dillerinde
yokmuş. Bu nedenle sorun oluyormuş. Avrupa Birliği
toplantısında Türkiye delegesinin önünde Turkey=Hindi
yazarken Yunanistan delegesinin önünde bırakın Latin
harflerini Yunan alfabesi ile ELLAS yazıyor. Yunanlıların hiç
bir harfi batı alfabesinde yok. Ülkesini ve dilini seven
Yunan delegesini kutluyorum.

Türk delegesine söyleyecek söz bulamıyorum.

ASLINDA YAPILACAK TEK ŞEY HÜKÜMETİN BİR AÇIKLAMA
YAPARAK 1 YILLIK GEÇİŞ SÜRESİ SONUNDA TURKEY
YAZILI HİÇ BİR POSTA'NIN KABUL EDİLMEYECEĞİNİ
DÜNYAYA AÇIKLAMASIDIR. HABEŞİŞTAN BÖYLE YAPTI,
ETİYOPYA OLDU. BİZ BÜTÜN LOGOLARIMIZI TÜRKİYE
DİYE YAZSAK DA TURKEY DİYENE ENGEL OLMAYACAKTIR.
BU NEDENLE RESMEN BELİRTTİĞİMİZ YOL İZLENMELİ.

Medya ve Hükümeti göreve davet edelim.
"Republic of Turkey = Hindi Cumhuriyeti" Bu ismi istemiyoruz. "Republic of Türkiye" olmalı.
Bu kampanya sonuç alınıncaya kadar sürecektir.
Elbet bir gün bu ülkenin adının Türkiye olduğu ve Turkey
olarak gönderilen postaların alınmayacağı dünyaya ilan
edilecektir.
Uluslararası toplantılarda Cumhurbaşkanımızın önünde
Turkey (Hindi) değil Türkiye yazdığı günler gelecektir.
Sadece eski Fotoğraflara bakarken Turkey yazısını görüp
"Ne kadar duyarsız" olduğumuza şaşıracağımız günler
gelecektir...

Melih AKGÜNGÖR
İstanbul Valiliği
Protokol Müdürü


Eleştirileriniz / Düşünceleriniz ?

Wednesday, 11. October 2006

Hayy'dan gelen niçin Hû'ya gider?

Halk arasında sıklıkla kullanılan deyiş ve deyimlerin anlam çevreni zamanla silinip kaybolur. Çünkü deyiş ve deyimlere can veren, ruh ilka eden zemin ortadan kalkar. Bu durumda toplum ya anlamı bozulmuş ya da yeni ve farklı anlamlar kazanmış ifade kalıplarıyla yoluna devam eder.

Türkçe'de "hay-huy" diye ilginç bir deyiş vardır. Sözgelimi "ömrü hay-huyla geçirmek"ten söz eder ve böylelikle zamanın boşa harcandığını kastederiz. Tabirin Türkçe'de ne zamandan beri kullanıldığını bilmiyorsak da burada sûfilerin, dervişlerin zikirlerine yönelik olumsuz bir telmihin bulunduğunda kuşku yoktur. 'Hay' ile Cenab-ı Hakk'ın 'Hayy' (Diri) isminin, 'huy' ile de 'Hu' (Hüve=O=Vücud) isminin kastedildiği malumdur. Güya bilinçli ameller içinde olmaksızın mücerred isimleri zikretmekle maksadın aslâ hasıl olmayacağı ve dolayısıyla kişi vaktini hay-huyla ("Hû, Hû" demekle) geçirirse, ömrünü âdeta 'boşa' harcamış olacağı söylenilmek istenir. Nitekim "haydan gelen huya gider" deyişi de halkın zihninde bu anlama eş bir olumsuzluk içeriyor. Çünkü bu deyiş Türkçe'de "Amel etmeden, emek vermeden, çaba harcamadan yapılan işlerden bir yarar hâsıl olmaz, zira hiçten ancak hiç çıkar" anlamında kullanılır.

Sorun tam da burada ortaya çıkmakta. Bu deyişte geçen "hay-huy" ile, aslında Cenab-ı Hakk'ın 'Hayy' ve 'Hû' isimlerinin kastedildiğini birdenbire farkeden yeni nesil aydınlar, kendilerince Cenab-ı Hakk'ın isimlerini de-forme (!) edilmekten kurtarmak maksadıyla ve tabiatıyla biraz da keşifte bulunmak hissiyatıyla şöyle bir açıklama ürettiler:

- Efendim, "hay'dan gelen hu'ya gider"deki hay-huy'un doğru telaffuzu 'Hayy' ve 'Hû'dur. Binaenaleyh "boşa gitmek, berhava olmak" mânâları, işin aslını bilmez cahil halkın bir yakıştırması olup bu ifade "Allah'tan gelen Allah'a gider" şeklinde anlaşılmalıdır.

Eh böylelikle deyiş bir kez bu şekilde açıklık kazanınca, Kur'an'da ve hadîslerde yer alan benzer anlamlı ifadelerle irtibat kurmak kolaylaşmış, bu vesileyle halkın anlam verme iktidarsızlığı bir kez daha ispatlanmış oluyordu.

Halkın dilindeki hay-huy'dan geçip ilmin elindeki Hayy ve Hû'ya terakki (!) ettiğim o gençlik yıllarımda benzeri hislerden kendimin de pay aldığını saklamayacağım. Ancak zihnimde hep cevabını veremediğim soruların bulunduğunu ilâve etmeliyim:

- "Haydan gelen hûya gider" deyişi olumsuz bir anlam taşıyorken, meselâ halk bu deyişi, bir kimsenin kumarda kazandığı haram paranın kendisine bir hayrının ve yararının olmayacağı anlamında kullanır.


Bkz. org. link



Biz ha(ğ) isek, siz de ha(ğ)'sınız,
Siz hu iseniz, biz de hu'yuz
Haydan gelen hûya gider.


Monday, 18. September 2006

Google ve Komünizm

Google internetle haşır neşir olanların hemen her gün ziyaret ettikleri bir arama motoru. Daha üç beş yıl öncesinde Excite, Alta Vista, Lycos, InfoSeek gibi arkalarında muazzam bir sermaye gücü bulunan teknoloji şirketleri arasından sıyrılıp sanal dünyada ulaşılması zor bir başarı elde eden ve bütün rakiplerini geride bırakan Google'ın kurucuları henüz daha Zjo'lı yaşlarına gelmemiş iki akademisyen.

Standford Üniversitesi'nde başlayan macera biraz da Apple I Pod'la Bili Gates'in egemenliğini kıran Steve Jobs'un ya da Napster'la büyük bir başarı yakalayan Shawn Fanning'in öyküsüne benziyor. Teknolojiyi kullanarak "yeni bir alan" yaratmak ve çok kısa bir zaman dilimi içinde borsa değeri milyar dolarları bulan bir marka ortaya çıkartmak. Ardından da kapitalizmin "başarı öyküsü" katalogunda yer bulmak.

Aslında Google yaratıcılarının enteresan bir yaşam öyküleri var. Sergey Brin ve Larry Page benzer bir aile ortamı içinde büyümüşlerdi. Bir Rus Yahudisi olan Sergey Brin'in babası ve annesi bilim insanlarıydı. Aynı şekilde Larry Page'in annesi ve babası da bilgisayar alanında uzmanlık eğitimi almışlardı.

Bir önceki kuşak ise kendine özgü bir politik maceraya sahipti. Sergey Brin'in büyükannesi Chicago'da mikrobiyoloji okurken 1921'de komünistlere katılmış ve 1917 devrimiyle yeniden kurulan ülkesine dönmüştü. Baba Michael Brin ise on yıl boyunca Sovyet Merkezi Planlama örgütünde (Gosplan) ekonomist olarak çalışmıştı.

Larry Page'in büyük babası ise bir işçi direnişinin örgütleyicileri arasındaydı. Michi-gan'daki otomobil işçilerinin 1930'lu yılların sonundaki direnişleri yeni sosyal hakların ve çalışma koşullarındaki değişimlerin kazanılmasına yol açmıştı.

Brin ve Page ise yahudi köklerinin getirdiği özellikler ve politik olarak "devrimci" bir aile ortamında yetişmenin sağladığı avantajlarla gerçekten de internette bir devrime imza attılar ve onu ticarileştirmeyi başardılar. Her ikisi de internetin 2. kuşağına yetişmiş Commodore 64 döneminde çocukluklarını geçirmişlerdi. Aslında yaptıkları çok da karmaşık bir şey değildi. Bütün yazılım-teknoloji firmaları "arama moto-ru"nun ticarileşmesini mümkün görmediklerinden bu alana yönelmek kaynak aktarmak gibi konularda istekli davranmazlarken; onlar sıradan bir bilgisayar kullanıcısının isteklerini ön plana alan bir çalışma içine girmişlerdi.

Google bu nedenle internet dünyasında "fısıltıyla" ve tavsiyelerle yaygınlaştı. Hiçbir pazarlama ve reklam faaliyetine girişmeksizin en yaygın kullanılan program haline geldi. Kendi ana sayfasına reklam almayan; büyük tasarım harcamaları yapmayan geleneksel şirket yapılarından son derece farklı bir örgütlenme modeline sahip Google aynı zamanda kullanıcının ücret ödemediği bir "açık kaynak".

2005 yılı itibarıyla 79.6 milyar dolarlık bir borsa değerine sahip olan Google'ın öyküsü aynı zamanda kapitalizmin bugün gelmiş olduğu aşamayı da gözler önüne seriyor. Birinci kuşağı komünist ve işçi önderi; ikinci kuşağı bilim insanı üçüncü kuşağı ise kapitalizmin yeni döneminde dünyanın en büyük şirketlerinden birini yaratan bir "soy ağacı" Google'ı çok daha ilginç kılıyor.

Dördüncü kuşağın gözünü açtığı dünya ise artık İnternetin gündelik hayatın bir parçası haline geldiği, odalara sığmayan bilgisayarların "eser-i atika"ya dönüştüğü Google dünyası. Aslında "Google Çağı Çocukları" komünizme, işçi hareketine gönül vermiş ebeveynlerinden onların ütopyalarını gerçekleştirecekleri bir ortama çok daha yakınlar. Teknolojinin ortaya çıkarttığı imkanlar "bütün dünyanın işçilerini birleştiriyor." Sorun insanlığın bu büyük adımının kapitalizm tarafından lekelenmesi, o nedenle de özgür bir geleceğe inananların bu alanın önemini çok daha fazla kavramaları gerekiyor.

Bülent Forta (BirGün)

(*) Bilgiler, Google Hikayesi/David A.Vise-Koridor Yayınları'ndan alınmıştır.

Monday, 31. July 2006

Biz Nasıl Kahrolmayalım Beyrut

Geceydi.
Beyrut'un en güzel meydanında oturuyorduk.
"Doğu'nun incisi" sarmıştı yaralarını; doğrulmuştu yerinden; iyileştim sanıyordu. Acıların bittiğine inanıyordu. Yeni yeni hayata dönüyordu.
Soframızda Nihat Genç'le Hrant Dink kardeşlikten söz ediyordu.
Arak vardı masada... Bir de humus...
Kulağımızda Firuz:
"Sen yüreğimizin en derinindesin Beyrut...
Kalbimizde açtığın yara kendi yaralarından daha derin;
Bizde yaktığın ateş, daha yakıcı kendi ateşinden...
Söyle biz nasıl kahrolmayalım,
Masmavi denizin bile kan rengine dönmüşken..."
* * *
Bir haftada 250 sivil öldü Lübnan'da...
100 bin Lübnanlı kendi ülkesinde mülteci durumunda...
Dünya seyrediyor.
Hadi Amerika sırtını sıvazlıyor İsrail'in...
Avrupa acz içinde göz yumuyor.
Hadi Arap dünyası, "Hizbullah'tan kurtulacağım, iç dengelerimi bozmayacağım" diye sinsice el ovuşturuyor.
Ya biz?
Biz niye bu kadar ilgisiziz?
* * *
Biz ki geçen asrın başında 4. kolorduyla Lübnan'a yürüdüğümüzde Arap kızları kırmızı entarilerinin üzerine beyaz çoraplarını yamalayıp ay-yıldızlı Osmanlı bayrakları yapmışlar, Halife'nin ordusunu ciritlerle karşılamışlardı.
Cemal Paşa, "Lübnan artık Konya kadar Osmanlı'dır" demişti:
"Bugüne kadar mustarip idi. Ben bu ıstırabı dindirmeye geldim."
Lakin ne Cemal Paşa ne ondan sonrakiler dindirebildi Lübnan'ın ıstırabını...
Tersine, derdine dert kattılar.
Bir dönem iftihar ettiği çokrenkliliği, sonu oldu Lübnan'ın...
Birbirine düştü, göz göz oldu; paramparça bölündü.
Ağır bir iç kanama geçirip sessizliğe gömüldü.
* * *
Şimdi Lübnan yeniden kana bulanırken bunca sessiz oluşumuz neden?
Ekran karşısında vahvahlanmanın ötesine geçemeyişimiz, dayanışma gruplarıyla, yardım kampanyalarıyla, tepki mitingleriyle ayağa kalkamayışımız, 80 yıl önce beyaz çoraptan yıldız yamalı o bayrağın ihanete uğradığı inancından mı hâlâ?
Yoksa biz sadece Ortadoğu'da değil, Balkanlar'dan Rusya'ya kadar her coğrafyada zulüm karşısında başı eğik miyiz?
Kendi yaralarımızla mı meşgulüz, yoksa sırrı ağır ağır dökülmeye başlayan ünlü mozaiğimizin istikbalinden mi ürküyoruz?
Ondan mı bu saldırganlık karşısındaki suskunluğumuz?
* * *
Lübnanlı yazar Amin Maalouf, "Doğunun Limanları"nda (YKY, 1996) soruyor benzer soruları:
"Her milletten insanın Doğu'nun limanlarında yan yana yaşadığı, dillerin birbirine karıştığı o eski çağ, eski zamanların bulanık bir anısı mıdır? Bu rüyaya sıkı sıkı sarılmış olanlar geçmişten kopamayanlar mıdır, yoksa gönül gözüyle geleceği görenler mi? Buna cevap vermeye gücüm yetmez. Babam, bir Türk ile bir Ermeni'nin gene kardeş olabileceği, sepya rengi bir dünyaya inanıyordu oysa..."
Biz de inanıyorduk.
Henüz Beyrut bombalanmamıştı.
Deniz kan rengine bulanmamıştı. Yollar ayrılmamıştı.
Güzelim bir meydanda Nihat'la Hrant arak içiyordu.
Humus yiyip Firuz söylüyorduk:
"Sen yüreğimizin en derinindesin Beyrut!"

20/07/2006
Can Dündar

Tuesday, 25. April 2006

Siz de savaşın gençler!..

BU güzel ilkbahar sabahında sizlere, özellikle de sevgililere "Emirgân Korusu'na gidin.. Rengârenk binlerce lalenin arasında elele dolaşın. Binlerce sümbülü koklayın" diyecektim, "Geç kalmadan.."
Lale dünyanın en güzel çiçeklerinden, ama ömrü kısa.. Akşam kapanıyor çiçek, sabah doğan güne taptaze açıyor.. Ama nisan yağmurları başladı mı, lalenin o rengârenk yapraklarının arasına su damlaları girip kaldı mı, ağırlaşan yapraklar geceleri artık tam kapanamıyor, açık kalıyor, sabaha da taptaze değil, yorgun uyanıyor, dimdik yukarı dikilemiyor, yelken gibi yere doğru açılıyor ve bir süre sonra da düşüyorlar..
Gelen bir email ile hevesim kursağımda kaldı..
Şerif Pala kardeşim kız arkadaşı ile gitmiş koruya.. Dekor muhteşem, manzara muhteşem.. Banklara oturmuşlar.. Şerif başını kızın dizine koymuş bir ara, mutluluk içinde ve bir dakika geçmeden önce canhıraş bir düdük sesi.. Saniyesinde de tepesinde dikilen Osmanlı Zaptiyesi..
Bağırmış gençlere.. "Burada kurallar var, hareketlerinize dikkat edin.."
"Nedir kurallar" demiş Şerif..
"Ahlak kuralları.."
"Kim koydu bu kuralları" demiş Şerif.. Zaptiye bağırmış..
"Bize verilen talimat böyle.."
Şimdi, ben Emirgân Korusu Müdürü'ne değil, doğrudan İstanbul'u lale ile buluşturan adama, Belediye Başkanı Kadir Topbaş'a soruyorum..
"Kim verdi bu emirleri.."
Dünya güzeli parkta, sevgilimin dizine başımı koyamayacaksam, bu aşk şarkıları niye var, park niye var, sevgilim niye var, ben niye varım ?..
Ya da siz niye varsınız, Sevgili Topbaş?..

Hincal Uluc - Sabah

Wednesday, 22. February 2006

Provokasyona gelmek lazım

Her ideoloji gibi sol ideoloji de bir tür dünya görüşüdür, yani dünyayı görebilmektir, seyretmek değil. Seyrederken, seyircisindir. Ama görünce, bilince, bilincine varınca, insanda olup bitene müdahale etmek isteği kabarır. Solculuk, dünyayı değişirken ve değiştirirken ve değiştirmek için görebilmektir.

Ancak bu günlerde, kabul edelim ki, bir parça nutkumuz tutulmuş haldeyiz. Avrupa'da patlak veren karikatür krizi ve bir de Hamas heyetinin Ankara'ya yaptığı ziyaretten söz ediyorum. Eh, "solcular dinsel inançları referans almazlar" diye; Avrupa'nın karikatür şımarıklığını, ifade özgürlüğü adına sineye çekmek mi lazım? Ya da, ideolojik ve siyasi bakımdan epey mesafeli oldukları şu islami Hamas örgütü, Filistin halkının demokratik bir tercihi olarak sahneye çıktığında, bunu görmezden gelmek mümkün mü?

Günlerdir bu tür sorulara verilen cevapları dinlemekte ve okumaktayız. Mesela, karikatür konusunda şöyle deniyor: "Efendim, ifade özgürlüğü güzel de, kötüye kullanılmasın; islami kesimlerin tepkisi de şiddete yönelmesin! Provokasyona gelinmesin!" Lakin bu ortalama cevabın ötesinde, Avrupa'da bu gelişmeleri Haçlı Seferi olarak görenler ile Müslüman ülkelerinde Cihat olarak görenler karşı karşıya gelmek üzereler. Hamas'ın ziyareti de benzer şekilde ele alınıyor: Hamas terörist mi, değil mi; işte bu tartışılıyor. Sanırım bu iki dayatma karşısında kem küm etmeden, hakikat neyse onu görüp söyledikten sonra "ama" diye devam etmeden konuşabilmek için, tek bir kavramın akla getirilmesi yeterlidir: Oryantalizm!

Oryantalizm (Şarkiyatçılık) Doğu'nun ve bilhassa Müslüman ülkelerin Batılı gözüyle irdelenmesi, şekillendirilmesi gayretidir. Tarih boyunca Batı modernitesi, neredeyse medeniyet ile özdeş kılınmıştır. Ve Oryantalizm de bu medeniyetin kibiri olarak kendini dayatmıştır. Şimdi, post modern zamanlarda zuhur eden bir post-Oryantalizm gündemde galiba. Post modern dönemin kimlikler dünyasında, Oryantalist misyonerlik taarruzu yerine kimlik ırkçılığı bayrakları dalgalanıyor. Batılı kimlikler bir yana, öteki kimlikler diğer yana... Paris varoşlarını yangın yerine çeviren öteki kimliklerin isyanının intikamı, adeta öteki kimlikleri ezmek, hor görmek, karikatürleştirmek suretiyle alınmak isteniyor.

Batı normlarına göre muteber Müslüman sayılmanız için, onların tarif ettiği türden bir İslamiyeti içinize sindirmelisiniz. Batı standartlarına göre demokrasiden söz edebilmeniz için, seçimlerde sadece onların arzularına uygun oy vermelisiniz. Müslümanların peygamberine hakaret edince, bunu fikir özgürlüğü olarak niteleyeceksiniz; ama Hıristiyanların peygamberine laf söyleyemeyeceksiniz. Daha dün, "Da Vinci'nin ŞifresP'ni yazdı diye Dan Brovvn'a Vatikan tarafından Salman Rüşdi muamelesi yapılmamış mıydı? Bütün bunlardan sonra da, utanmadan arlanmadan Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki farklar hakkında ahkam kesip duracaksınız. İsrail'in terörist devlet olmasından gocunmayacak, İsrail eleştirilerini anti semitizm olarak yargılayacak ve sandıktan çıkan Hamas'ı da terörist diye la-netlemeyi sürdürecekseniz. Üstelik bütün bunları da medeniyet ve demokrasi adına savunacaksınız.

Vay be!

Ne kolaymış medeni olmak!

Artık asıl görülmesi ve asıl söylenmesi gereken Batı'nın sergilemekte olduğu Barbarlıktır. Evet, şu gezegen Batılı denilen zihniyetin ölümcül bir provokasyonu ile yüz yüzedir. Ve... Ve, Batının provokasyonuna gelmek, Batının kalleş Oryantalizmini boşa çıkarmanın tek yoludur. Ancak onların provokasyonuna gelindiği zaman, silahları geri tepecek ve sergiledikleri çifte standart boşa çıkarılacaktır. Ve belki de ancak bu şekilde Batı dünyasında aklı selim sahibi kesimler; yine Batı dünyasında bu işe artık dur demenin vaktinin geldiğini kavrayabilecektir. Bugün çok vahim bir şekilde, Batı, kendisine meftun olmuş Doğu insanlarının indinde bile bir "model" olmaktan çıkmakta, kültürel ırkçılığın kol gezdiği bir bataklık haline dönüşmektedir.

İşte bu yüzden, medeni olabilmek, günümüzde en çok Batılı insanın ihtiyacıdır.

20.2.2006
Melih Pekdemir

Tuesday, 3. January 2006

Prokrustes yatağı

Prokrustes yatağı tek biçimliliğin ve dogmatizmin antik çağdaki simgesiydi. Yunan mitolojisine göre, Proktustes Atina ile Megara yolu üstünde yaşayan bir eşkıyaydı. Efsaneye göre Prokrustes’in demir bir yatağı vardı (bazı kayıtlara göre iki yatak). Prokrustes’e göre demir yatak standart/ideal uzunluktaydı. Çünkü yatak tam kendisine uygundu. Böylece Prokrustes herkesin boyunun bu yatağa uygun olması gerektiği kanaatine vardı. Prokrustes, yolu üzerinden geçen yolcuları durdurup bu yatağa bağlarmış. Eğer yatağa yatırılan yolcu yataktan kısaysa Prokrustes onu, boyu yatağın boyuna ulaşıncaya kadar gerermiş. Yok eğer yolcunun boyu yataktan daha uzunsa yolcunun ayaklarını keserek onu yatağa uygun hale getirirmiş. Böylece herkes ideal uzunluğa gelirmiş. Efsaneye göre, Theseus aynı yöntemleri kullanarak Prokrustes’i öldürmüş.

Prokrustes’in demir yatağı antik çağdan sonra da kullanılmaya devam edildi. Toplumu, insanları ve düşünceyi standardize etmeye, tek biçimlileştirmeye yönelik girişimler Prokrustes yatağı metaforuyla anıldı. Özellikle düşünceyi Prokrustes yatağına yatırma tutumu çağlar boyunca ve her yerde görüldü. Yeni zamanlarda da modern Prokustes’ler antik Prokrustes’in ruhunu yaşatmaya devam etti ve ediyor hâlâ.

Prokrustes’in yatağı Orta Çağ’da fiziki bir ölçüden daha çok ruhsal, dinsel itaati ölçmek için kullanıldı. Her mezhep kendi demir yatağına sahipti ve bu yatağa uymayanlar din dışıydı. Din dışı olmak fiziken yok edilmek anlamına da geliyordu. Engizisyon, güneşi evrenin merkezi kabul ettiği için Giordano Bruno'yu kazığa bağlayıp yaktı. Engizisyon mahkemesinde yargılanan Galileo Galilei ise görüşlerini mahkeme karşısında inkar ederek yanmaktan kurtulabildi.



İSLAM DÜNYASI DA KULLANDI

Sadece Hıristiyan dünyası değil İslam dünyası da Prokrustes’in yatağını kullandı. Tanrının bütün niteliklerinin insanda, insanın bütün özellikleri Tanrı’da olduğunu savunan Hallacı Mansur, şeriata aykırı davrandığı gerekçesiyle fiziken Prokrustes’in yatağına yatırıldı; 922 yılında Bağdat’ta asılarak, organlarıı kesilerek işkence ile öldürüldü.

Prokrustes’in demir yatağı 20. yüzyıl boyunca da kullanılmaya devam edildi. Dr. Mengele Auschwitz’te 20. yüzyılın Prokrustes yatağını yarattı. Faşizm düşünsel tek biçimlilik yanında fiziki tek biçimlik de arıyordu.

Prokrustes’in yatağı 20. yüzyılda sola ve komünistlere karşı yoğun bir biçimde kullanıldı. McCarthy soğuk savaşın başlarında ABD’de solculara karşı bir cadı avı başlattı ve aralarında pek çok yazar ve sanatçının da bulunduğu çok sayıda insanı Prokrustes yatağına yatırdı. Muhalif düşünceye yönelik tek biçimlileştirme bir mecaz olmanın ötesinde ete kemiğe büründü; fiziki imhaya dönüştü pek çok ülkede.

Ancak Prokrustes yatağı en trajik halini aynı yolda yürüyen yolcuların birbirlerini bu yatağa bağlamalarıyla aldı. En beklenmedik, en hazin ve en acısı aynı yolda yürüyenler arasında yaşandı. Stalin döneminde 1936 Moskova duruşmalarında Başsavcı Vişinski Ekim Devriminin önde gelen kadrolarını, Lenin’in arkadaşlarını Prokrustes’in yatağına yatırdı ihanet suçlamasıyla. Ardından kurşuna dizildiler. Gerekçe önceden hazırdı. Emperyalizmin ve kapitalizmin “objektif ve subjektif” ajanı olmak. Oysa sadece farklı bir sosyalizm tahayyülleri vardı.



FARKLILIK İHANETLE ÖZDEŞ SAYILDI

Farklılık, ihanetle özdeş görülmeye başlandı. Bu yaklaşım diğer ülkelerdeki partilere de sirayet etti. En yakındakinin en küçük farklılığına en fazla tahammülsüzlük başat bir davranış haline geldi.

Nazım Hikmet, Hacıoğlu Salih şiirinde bu trajediyi anlatır:

“Hacı oğlu Salih memleketimdendi, / Karadeniz'den.

Kocaman gözlü, kocaman burunluydu, / dazlaktı.

Komünistti on dokuzdan / Dövüştü, / hapse düştü,

yattı Ankara'da, Kırşehir'de. / Sonra geçti bu yana,

yani ikinci vatana. / Baytardı. Kirofabat köylerinde

hasta keçilere baktı. / Yıllar, eğrilen bir yün ipliği

gibi aktı / namuslu, çalışkan parmaklarından.

Sonra, 49'da, Moskova'da, Martın onuncu gecesi,

oturmuş, Engels'i okuyordu, / geldiler, götürdüler,

sürdüler Altay Bucağına. / Ne bir dağ devrildi içinde,

hattâ ne bir toprak parçası kaydı. / Yalnız, inme indi

sağına, / altmış yedi yaşındaydı. / Altı yıl, Hacı oğlu

Salih / kutladı İnkılâbın yıldönümünü / tel örgüler ve kurt köpekleriyle çevrili. / Ve öldü bir bahar günü

elli kişilik barakasında.”

Stalin öldüğünde Nazım, “taştandı tunçtandı alçıdandı kâattandı iki santimden yedi metreye kadar taştan tunçtan alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik şehrin bütün meydanlarında…kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın tuncun alçının ve kâadın” diyecektir. Ancak Prokrustes yatağının hayaleti uzun yıllar dolaşmaya devam edecektir. Çünkü gayri şahsi bir nitelik taşımaktaydı.

Hacıoğlu Salih’in yatırıldığı o demir yatağa Türkiye sol hareketi pek çok yol arkadaşını yatırdı. Nazım Hikmet de yatırıldı o yatağa. Gerçeğin tekelini elinde tutan her dönemin çelik çekirdeği, farklılığı ihanetle eş gördü çoğu zaman. Türkiye sol hareketi çok kullandı Prokrustes’in yatağını. Arındı-temizlendi kendince. Bazen hain ve dönek ilan ederek, bazen ajan-polis ilan ederek, bazen fiziken yok ederek. Sol, Prokrustes yatağını kırıp tarihin çöplüğüne atamadı tamamen. Hala o demir yatağın hayaletine bir yerlerde rastlamak mümkün. Ama artık yatağın o eski haşmeti ve cesameti yok, yoldan geçenlerin sayısı da epey azaldı. O yoldan geçenlerin yine o meş’um yatağa yatırıldığı olmuyor değil. Ama artık trajediden çok bir komediyi andırıyor o demir yatak.

Prokrustes yatağını, artık korkutmayan, ürkütmeyen sadece merak uyandıran sıradan bir hayalet hikayesine dönüştürmek gerekiyor. Yoksa solun tarih öncesi hiç bitmeyecek.

Aziz Çelik azizcelik@gmail.com

Friday, 23. December 2005

SEN BIR TAVUKSUN VE BIR TAVUK GIBI YASAMALISIN.

Bir rivayete göre dört tavuk bir kartal yuvasina gidip bir yumurta çaldilar.

Yumurtayi kümese getirdiklerinde, kümeste bulunan diger tavuklar gördükleri bu yumurtanin çok büyük bir tavuga ait oldugunu düsündüler.Zaman geçti, yumurtayi getirenler de unuttu,onlar da bu yumurtanin büyük bir tavuga ait oldugunu inandilar...

Bir anne bulundu yetim yumurtaya, kuluçka basladi.Kisa bir zaman sonra yumurta kirildi.Içinden simsiyah kanatli,ilginç gagali tuhaf bir tavuk çikti.... Herkes mutluydu,böylesini ilk defa görmüslerdi.Anne tavuk, dersler vermeye basladi yavrusuna: "Bak yavrum,yerden buldugun böcegi söyle ye!Arpayi bugdayi böyle ye!."Anne tavuk her geçen gün yeni seyler ögretiyordu yavrusuna. Büyük tavuk annesinin her söyledigini yapiyordu. Tehlikelere karsi nasil davranilacagini da ögretti annesi: "Bak yavrum, eger kedi buradan gelirse aksi istikamete dogru kaç,suradan gelirse buraya kaç..."

Büyük tavuk büyüdükçe güzellesiyordu.Oldukça uzun kanatlari vardi. Ara sira digerleri onun kanatlarina bakmak için geliyorlardi...

Bir gün anne tavuk yavrusuna havadan gelen tehlikelere karsi kendini nasil savunacagini anlatirken büyük tavugun gözü,gökyüzünden süzülerek korkunç bir ihtisamla geçis yapan baska bir canliya ilisti.

-Anne bu ne? Dedi büyük tavuk.
-Ha o mu? O kartal yavrum,kuslarin padisahi.
-Ne de güzel uçuyor!
-Evet yavrum! Ama sen sakin ona özenme.Asla onun gibi olamazsin!Sen bir tavuksun.Senden önce baban,deden,amcan hepsi ona özendi ama hiç biri onun gibi uçamadi..SEN BIR TAVUKSUN VE BIR TAVUK GIBI YASAMALISIN.

O günden sonra büyük tavuk,ömrü boyunca arka bahçede kartalin ihtisamli geçisini izleyip iç çekti...ve her seferinde "keske bende bir kartal olup uçabilseydim." Dedi.Yine bir gün siyah kanatli büyük tavuk ihtisamli kartali izlerken ölüp gitti...O nu bir tavuk gibi defnettiler; kii hakikatte ölen bir kartaldi..

"Bir kartal gibi dogup,bir tavuk gibi yasayan ve kartallara özenip sonunda bir tavuk gibi ölen binlerce kartal var.Yil 2005, yer DÜNYA..Su anda kendi gücünün farkina varamayan,milyonlarca hatta milyarlarca insan var yeryüzünde.NE BÜYÜK ACI!!

Ara

 

Vesaire

Ç ç Ğ ğ İ ı Ö ö Ş ş Ü ü

»» Türk Harfleri Çevirmeni

»» Bize Ulaşın
»» RSS:Başlıklar

Arşiv

April 2024
Sun
Mon
Tue
Wed
Thu
Fri
Sat
 
 1 
 2 
 3 
 4 
 5 
 6 
 7 
 8 
 9 
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
 
 
 
 
 
 
 

Sıcağı sıcağına

https://static.twoday.net/ yilmaz/images/DX07N_4UMAAC zhh.jpg
https://static.twoday.net/ yilmaz/images/DX07N_4UMAAC zhh.jpg
zehni - 9. Mar, 17:18
von Blogger zu Blogger
Würdest Du mir ein Interview geben? Ich schreibe unter...
ChristopherAG - 5. May, 01:06
Su akıyor ve ben gidiyorum...
Sonra fark ettim ki Su akıyor rüzgar esiyor Yağmur...
zehni - 15. Apr, 13:42
Sana..
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana Mey süzülmüş...
zehni - 15. Apr, 13:32
Görenlere Aşk ola
Asik olan ummana düser vay vay vay Hayvan gelir insan...
zehni - 25. Dec, 16:15
İnek nasıl kaşınır?..
İNEĞİN köydeki Atatürk büstüne sürünmesi ve büstü devirip...
zehni - 26. May, 20:22
Takvimlerden haberin...
GECELER DÜŞMAN Söz - Beste : Adnan Ergil Takvimlerden...
zehni - 26. May, 20:19
DİNİ YİRMİ KURUŞA SATMAYANLAR
Londra'daki caminin yeni imamı şehre gitmek için hep...
zehni - 10. Apr, 12:48
UPANİŞADLAR
İnsanlığın en eski felsefe eserleri. 4000 yıl önce,...
zehni - 17. Mar, 18:20
YEM BORUSU
Görmüyoruz sanmayın içyüzünü işlerin, O doğru duruşların...
zehni - 14. Mar, 13:02

Users Status

You are not logged in.

Durum

Online for 7135 days
Last update: 15. Jul, 02:03

turkey




Get Firefox!
Get Thunderbird!

CiDDi CiDDi
FUCKUELTE HAYVANI
gayriciddi
KOESHEM
OKUMUSH CHOCUK
SHARKI ve SHIIR
ya$ayarak
Profil
Logout
Subscribe Weblog