Şişli Alanı'ndan Zincirlikuyu Mezarlığı'na doğru eller üzerinde bir cenaze taşınıyordu. 20 yıl önceydi. 20'siydi eylülün ve bu cenaze töreni aynı zamanda 12 Eylül'den sonra yapılan en kalabalık gösteriydi.
İşte o gün eller üzerinde taşınan, çiçeklerler giydirilmiş tabutta yatan; bu coğrafyada yaşanan acılı hayatların, devleti yönetenlerin muhalif bir sanatçıya karşı ne denli acımasız olduklarının, bir sazla bir sesten ne kadar korktuklarının da bir simgesidir. İşte bu yüzden de mezarının başında konuşan Aziz Nesin "Çorak yönetimlerin çölünde akıp gitti" diyecekti.
Van'da doğmuştu 1912 yılında. Adı Mehmet'ti. O tarihte, oralarda doğan birçok çocuk gibi annesini, babasını hiç bilmedi. Kendi anlatımıyla "Birinci Dünya Savaşı'nın ortada bıraktığı çocuklardan biri"ydi. 'Savaş artığı'ydı yani.
Adana'da yoksul bir aileye verildi çok küçük yaşta. Amcası ve yengesi bildi verildiği aileyi. Çobanlık yaptı yanlarında. Ama daha fazla dayanamadı 'üvey evlat muamelesi'ne. Çektiklerini gören bir komşunun yardımıyla 10 yaşında öksüz yurdu Dar-ül Etyam'a yerleştirildi.
Kendine 'kibar' isim aldı
Yeni bir hayat başlamıştı Mehmet için. Önce çocukluğunu keşfetti: "Oyun denen şeyin var olduğunu o zaman öğrendim, içim içime sığmıyordu, şaşkındım."
Sesinin güzelliği burada da keşfedilmişti. Türküler, marşlar söyletiyorlardı. Öksüzler yurdundaki birinci yılında müzik öğretmeni Mehmet Tahir yurda bir keman aldırtıp Mehmet'i kemana başlattı. Böylece klasik müzikle tanışmış oldu.
Dördüncü sınıftayken Ankara'da Müzik Öğretmen Okulu kurulur. Yurtlardaki müziğe yetenekli, sesi güzel çocukların sınava yollanması istenir. Sınava girer ve kazanır ama sırasını beşinci sınıfta olan ve sınavı kazanamadığı için ortalıkta kalma tehlikesi yaşayan bir arkadaşına verir. Seneye gidecektir müzik okuluna.
Bir yıl sonra girdiği sınavı yine kazanır Mehmet. Kayıt için dosyaları Ankara'ya gönderilir ama dönemin Savunma Bakanı Recep Peker'den öksüz yurtlarına bir talimat gelir; 'Okulu bitiren tüm çocuklar zorunlu olarak askeri okullara girecek'tir.
Ama o mutlaka müzik okuluna gitmek istemektedir. "Göz muaynesinde az görüyormuşum numarası yaptım ama, sağlam olduğuma karar verdiler. O ara isimlerimizden dolayı küçümsendiğimizin farkına vardık. 'Kibar' isimlerimizle İstanbul'a, Halıcıoğlu Askeri Lisesi'ne geldik. Artık ben, Mehmet Ruhi idim."
Aklı fikri Müzik Öğretmen Okulu'na gitmektedir. Sonunda sahte kimlikle okuldan kaçarak Ankara'ya gider. Dönüşünde hapse atılır. Sonunda doktorlara yalvararak çürüğe çıkmayı başarır. Öksüzler yurduna geri gönderilir.
Arkadaşlarının aralarında topladığı parayla Ankara'ya giderek, otel odalarında, bir arkadaşından ödünç aldığı kemanla günlerce çalışarak girer sınava ve sonunda Müzik Öğretmen Okulu'nu kazanır. İlk yıl başarılı olduğu için, ikinci yıl yatılı okumayı hak eder. O yıl tek hece olduğu ve kolay okunduğu için 'Su' soyadını alır ve adı Mehmet Ruhi Su olur.
Müzik Öğretmen Okulu'nda, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası'na seçilir.
Konservatuvarın Opera Bölümü öğrenciliğini sürdürürken bir hocası keman çalışmasının ses tellerine zarar vereceğini, sesinin zayıf çıkacağını söyleyerek bir tercih yapmasını ister. Bunun üzerine kemanı bırakmak zorunda kalır Ruhi Su.
1936 yılında Devlet Konservatuvarı'nda opera sanatçısı olarak çalışmaya başlar. Bu serüveni 1952 yılına dek sürecektir.
Bu arada radyoda da 'Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor' anonsuyla sunulan bir radyo programı yapmaya başlar. Büyük ilgi görür programı. Daha sonra cezaevinde evleneceği Sıdıka Su, kendisinden önce sesini tanımıştır Ruhi Su'nun.
"Ruhi o zamanlar radyoda türkü söylerdi. Tanışmıyoruz tabii. 15 günde bir, pazar sabahları saat 10'da, ailece toplanırdık radyonun başına Annem, Ruhi'nin sesini duyduğunda yemek yapıyorsa, önlüğünü çıkarıp, ellerini yıkayıp Ruhi'yi dinlemeye gelirdi. Müthiş bir saygı duyardı ona."
Radyodaki sesi "Alevi türküleri söylüyor, komünizm propagandası yapıyor" diye susturulur.
Cezaevinde evlendiler
1952'de opera binasından çıkarken Türkiye Komünist Partisi'ne üye olduğu gerekçesiyle gözaltına alınır. İstanbul'a götürülüp ünlü Sansaryan Han'da aylarca işkenceden geçirilir, tabutluklara konur. O sırada evlilik planları yaptığı felsefe öğrencisi Sıdıka Su da TKP üyeliğinden gözaltına alınıp İstanbul'a getirilmiştir. Aynı şeyleri yaşadıklarını beş ay sonra öğrenirler. Cezaevindeyken evlenirler. Beşer yıl hapse çarptırılmışlardır.
Yıllarca sazını alamaz eline. Arkadaşları paspas tahtasından bir saz yaparlar ona.
Arkasından sürgün yılları başlar. Sıdıka Su Ankara'ya, Ruhi Su da Konya'nın Çumra Kasabası'na yollanır 20 aylığına.
Üç ay sonra kendini eşinin sürgün yeri olan Ankara'ya naklettirmeyi başarır.
Bir dostları, Etimesgut'a iki kilometre uzaklıkta, bir tarlanın ortasında, elektriği ve suyu olmayan, kerpiçten yapılmış iki odalı bir işçi lojmanı verdi Su ailesine. Her sabah ve akşam iki kilometre yol yürüyerek jandarmaya imza atıyorlardı.
Ankara Emniyeti sahneye çıkarmamaya kararlıydı Ruhi Su'yu. Operaya da geri dönemiyordu. Eve ekmek götürebilmek için sırtında yük bile taşımıştı.
Sürgün cezası bitince Atıf Yılmaz'ın bir filmine müzik yaptı. Sonra da İstanbul'a giderek gazinolarda türkü söylemeye başladı. 60'larda Türkiye İşçi Partili yıllar, 12 Mart, ardından 12 Eylül... Hemen her iktidar döneminde yasaklamalarla karşılaşmıştı Ruhi Su. Tüm bunlara karşın evrensel müzikle Anadolu türkülerini buluşturmuş, yeni kuşaklara türküleri tanıtmış ve türkülerin bir başkaldırı aracı, muhalif bir silah olarak nasıl kullanılacağını açık biçimde göstermiştir. Yunus Emre'den Karacaoğlan'a, Köroğlu'ndan Pir Sultan Abdal'a, 'Zeybekler'den 'Semahlar'a kadar uzanmıştır sazının telleri. Nâzım Hikmet'in şiirini ilk besteleyen de odur.
Tedaviye izin çıkmadı
Su, ölümüne kadar 16 tane 45'lik plak, 11 uzunçalar çıkardı. Ölümünden sonra kurulan Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı aracılığıyla eşi Sıdıka Su ve oğlu Ilgın Su özel arşivlerdeki ses kayıtlarından yararlanarak plak, kaset ve CD üretimini sürdürdüler. 12 Eylül ve uzantıları pasaport vermediği için tedavi olmaya gidemedi yurtdışına ve 20 Eylül 1985'te yaşama gözlerini yumdu. Ruhi Su'nun yaşamı devleti yönetenlerin muhalif bir sanatçıya dünyayı zindan etmek için neler yapabileceğini göstermesi açısından çarpıcı bir örnektir. Ama hem de tüm baskılara, işkencelere, hapislere, sürgünlere karşın inandığı yolda sapmadan yürüyen bir insanın neler üretebileceğinin de göstergesidir. Yarın Ruhi Su'nun 20. ölüm yıldönümü. Mezarı başındaki törenle, vakfında düzenlenen geceyle anılacak. Yani biz tam 20 yıldır Su'susuz. Ama onun ezgili yüreği hâlâ atıyor!
19.9.2005
Celal Başlangıç
zehni - 19. Sep, 11:50
Malum, son bir haftadır “kitlelerin” ayranı kabardı, dört bir yanda linç girişimleri gırla gidiyor. Ama her daim böyle değildirler. “Kitleler Psikolojisi” kitabının yazarı Gustave le Bon 110 yıl önce şöyle diyordu: “Kitlelerin meyil ve muhabbeti hiçbir zaman iyi hükümdarlara değil, kendilerini şiddetle baskı altında bulunduran müstebitlere karşı olmuştur... Zayıf bir hükümete karşı ayaklanmaya her vakit hazır olan kitle, kuvvetli bir hükümet karşısında esir gibi eğilir.” (s. 59)
Bu tespitin doğru olup olmaması önemli değil; önemli olan 12 Eylülcüler'in iyi birer Gustave le Bon talebesi olması. Ve bugün 12 Eylül. Yani 25 yıl önce 12 Eylülcüler, darbe yaptılar, sağı etkinleştirdiler, solu etkisizleştirdiler, toplumu çürüttüler.
Bunun için insanlara ve topluma işkence yaptılar. Artık şunu herkes biliyor: İşkence ile korku ve dehşet toplumu yarattılar.
Bu da yetmedi, ideolojik işkence ile toplumun beynini yıkadılar ve bu şekilde sağı daha da etkinleştirdiler, solu daha da etkisizleştirdiler: “Kimlik Bitte” toplumu yarattılar.
19 yıl önce Cumhuriyet gazetesinin 18 Aralı k 1986 tarihli nüshasında, bir “haber” yer almıştı. “Kimlik Bitte” başlığıyla, birinci sayfada fotoğraflarla verilen bu haberde, Nazi üniformalı bazı kişilerin İstanbul’un göbeğinde, sokakta yürüyen vatandaşlara kimlik sorduğu, üst baş araması yaptığı ve kimsenin sesini çıkarmadığı; duvara dayanıp aranırken, “Siz kimsiniz? Ne hakla kimlik soruyorsunuz?” diye itiraz etmediği anlatılıyordu.
İstanbul’da sahnelenmekte olan “İçinden Tramvay Geçen Şarkı” oyununun bilet kontrolünü de “Kimlik Bitte” (Kimlik lütfen) şaka sorusuyla yapan ve Nazi üniforması giyen tiyatro oyuncuları, sokaktaki insanların kendilerinden korkup kimlik göstermesi üzerine, “Bu kadarını beklemiyorduk” demişlerdi. Haberde şu sorulara cevap aranıyordu:
“Peki bu insanlar kimdi? Neden karşılarında kendilerine Almanca kimlik soran yabancı üniformalı şahıslara itirazsız kimlik gösteriyorlardı? Acaba bunu oyunun etkisiyle mi yapıyorlardı, yoksa başka nedenler de var mıydı?
Acaba oyun tiyatronun dışına İstiklal Caddesi'ne taşınsa, insanlar ne tepki verecekti? Kimliklerini yine itirazsız gösterecekler miydi?
Acaba bu oyuncular Sirkeci Garı’na girip bir düdük çalsa ve ‘herkes çöksün’ diye bağırsa insanlar çöker miydi?”
Celal Bilgili, Canan Yüksek, Haluk Zülfikar, Boran Kaya, Tanya Taşçıoğlu ve Arzu Bigat, Alman üniformalarını giyinmiş olarak İstiklal Caddesi'nde “genel arama tarama” ve “normal kontrol” yaptıkları sırada, Cumhuriyet muhabiri Tarık Ersoy da arananların verdikleri tepkileri ve gösterdikleri kimliklerinin dışındaki “kimlik”lerini de saptamaya çalışıyordu.
Örneğin, “kimlik bitte” isteği üzerine kimliğini itirazsız gösteren bir kişi, kendisine “Arkana hiç bakmadan koş” dendikten hemen sonra koşmaya başladığından, röportaj yapmak isteyen gazeteci tarafından güç bela yakalanabilmişti.
Yolda çevirdiği iri yarı beş erkek, yarı cüsselerindeki Canan Yüksek’in “Yüzünüzü duvara dönün ve ellerinizi havaya kaldırın” komutuna hiç itiraz etmemişlerdi.
Hepsinin rengi atmış, duvara dönmüş, içlerinden birisinin ellerini duvara dayayarak tereddüdünü yenmesi üzerine diğerleri de onu takip etmişti.
Belli ki kafalarında “Kim bu kadın?” sorusu, “Ne olur ne olmaz biz dediğini yapalım” açıklamasıyla çatışma halindeydi.
Elleri duvarda bir kaç saniye bekledikten sonra Canan Yüksek kimliklerini istemiş ve hepsi eksiksiz göstermişti.
Cumhuriyet muhabirinin “Neden kimliğinizi gösterdiniz?” sorusuna verdikleri yanıt basit ve hazindi:
“İstediler gösterdik...”
12 Eylül bir toplumu işte böyle kimliksizleştirdi.
Kimliksizleşen toplumun bireyleri, sürü oldular ve sürü kimliklerine, ilkel kimliklerine rücu ettiler; milliyetlerine, mezheplerine, hemşehriliklerine..
Bize de kala kala Nazım’ın şiirini okumak kaldı:
“Koyun gibisin kardeşim, / gocuklu celep kaldırınca sopasını / sürüye katılıverirsin hemen/ ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye. / .../ Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak / kabahat senin, /—demeye de dilim varmıyor ama / kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”
Türkler'in ve Kürtler'in, milliyetçilerin, kimlik kavgası verdiğine hala inanalım mı dersiniz? “Bitte!”
12.9.2005
Melih Pekdemir
zehni - 16. Sep, 20:39
Her 'ortalama' insan daha zeki, hatta çok zeki olmayı hayal eder. Ne var ki
fazla zekâ, insanı mutlusuz edebiliyor. örnek mi? Gelin Yeni Aktüel dergisinin
son sayısında yer alan bir habere birlikte
göz atalım: Dağıstanlı Nahide Camukova, 1976'da Moskova'da dünyaya geldi... İki
yaşında okuma yazmayı öğrendi... üç buçuk yaşında ilkokula başladı... Dört
yaşında Kuran'ı ezberledi, Marx'ın Kapital
'ini okudu... Testlerde Einstein'ın zekâsına sahip olduğu ortaya çıktı...
Liseden 11 yaşında mezun oldu... İki üniversite bölümünü bitirdiğinde sadece 14
yaşındaydı... Gördüğü, duyduğu, okuduğu hiçbir
şeyi unutmuyordu... 25 yaşında hem tarih, hem de edebiyat profesörü oldu...
Rusça, Türkçe, Arapça, İngilizce, Farsça, Almanca ve Fransızca konuşabiliyor...
Müthiş bir yaşam, değil mi? Peki Camukova mutlu mu? Değil! Nedenini kendisinden
dinleyelim: "Yaşıtlarımla hiç arkadaşlık yapamadım; çünkü okulda herkes benden
büyüktü... Normal insanların yaptığı
şeylerden zevk almıyorum: Bir kere dahi diskoya gitmedim. Bugüne dek sadece iki
film izledim çünkü daha baştan hikâyenin nereye varacağını anlıyorum... Günde
ancak dört saat uyuyabiliyorum, fazlası
başımın ağrımasına yol açıyor... Hiç erkek arkadaşım olmadı; aşk nedir bilmem...
Bugüne dek hiç ağlamadım, bağırmadım. Hiçbir şey beni heyecanlandırmaz..." Şimdi
söyleyin bakalım, Camukova kadar zeki
olmayı ister miydiniz?
zehni - 6. Sep, 15:47