pen36 header icon36

KOESHEM

Tuesday, 26. July 2005

Met-Üst'ten inciler:



Röveşata yakışmaz bize...

Çizginin ve derin pasların adamı; Metin Üstündağ. Kitaplarda yazmadık yer bırakmadı, yine de eleştirmenlere ve yayınevlerine yaranamadı ama o hep oyununa baktı. Çünkü o Türkiye'de duran cümlelerin en usta ismiydi!

Met-Üst'ten inciler:

İyi yazan kazansın!
Üç ihtimalli bir kitap bu, baskı ya da baskılar yapmak istiyorum!
Şiirlerimi muhteşem okurlarıma ithaf ediyorum!
Rakiplerim güçlü bunun bilincindeyim, çıkıp şiirlerimi yazacağım!
Benim kitabımın çok baskı yapması önemli değil, önemli olan yayınevimin üç trilyon kazanması!
Tiraj kaygısına tahammülüm kalmadı, önümdeki kitaplara bakacağım artık yeni bir seri yakalamak istiyorum!
Yazdığımdan fazlasını kaçırdım. Eee ne demişler yazamayana yazarlar!
Bu yayıneviyle bu kadar!
Üç şiirim direkte patladı!
Asansör yazar olmak istemiyorum!
Bu grupta hiçbir iddiam kalmadı ama ben yine de çıkıp prestij için yazacağım!
Üç büyük İstanbul yayınevi bana talip, hatta bazı İspanyol ve İtalyan yayınevlerinden de cazip teklifler alıyorum, ama ben salağım, beni ben yapan Anadolu yayınevlerinde kalacağım.

Tuesday, 19. July 2005

Kültür

'Kültür' Bakanlığı'nın neden 'Turizm'le birleştirildiğini hiçbir zaman anlamadım zaten. Sanırım 'kültür' deyince turistlere sattığımız incik boncuklardan ve otellerde düzenlenen 'şark gecesi animasyonlarından' başka bir şey düşünmediğimizden olmalı.
Yeni 'Kültür ve Turizm Bakanı', Rus turistlerin 'sonradan görme ve görgüsüz' olduğunu söylemiş. Gerçi sözünü sonradan geri almış, ama nafile. Söylenen, söylenmiştir. Ama bu sözlere itirazım var. Birincisi, Rus halkı katiyen görgüsüz ve kültürsüz bir halk değildir. Dünya edebiyatına, müziğine, bilimine katkıda bulunmuş olan ve çok iyi eğitim görmüş olan bir halktır Rus halkı. Dünyanın en çok kitap ve gazete okuyan ulusları arasındadır. Bu konularda Ruslarla sidik yarışına kalkışmamız hiç de akıllıca olmaz derim.
İkincisi, sayın Bakan'ın derin hikmetler içeren açıklaması, 'Eyvah, ya şimdi Rus turistler küser de bize gelmezse' endişesiyle 'turizm' açısından değerlendirildi. Ama unutmayalım ki sayın Atilla Koç, aynı zamanda 'kültür' bakanıdır. Ve bu açıklaması öncelikle 'kültür' açısından değerlendirilmelidir.
İşin turistik yanını bilmem, ama böyle bir Kültür Bakanımızın olmasına
üzüldüm. Bakan'ı, 'Ormancı Cinayeti'nin geçtiği Belen Kahvesi'nin açılışını yaparken izledim. Önce başladığı cümleyi bitirebilecek mi, diye derin bir kaygıya kapıldım. Sonra Bakan bey cümlesini bitirince çok sevindim, 'Aferin Kültür Bakanımıza,' diye düşündüm. Rus turistlere ilişkin gözlemini televizyonda dinleyemedim, ama gazetede okuyunca, 'Oldu mu ya,' dedim kendi kendime, 'bir Kültür Bakanı böyle konuşur mu?'
Bu işin kültürel fiyaskosu, turistik fiyaskosundan daha derinde yatıyor
ve daha önemlidir.
Kültür bakanlığı olan ülkelerde genellikle kültür bakanı, ülkenin önde gelen yazarları sanatçıları, bilim adamları arasından büyük bir özenle seçilir. 'Kültür Bakanı', bir bakıma, ülkesinin ve partisinin kültür düzeyini yansıtan bir elçi gibi algılanır. Ve bu öyle herkesin taşıyabileceği bir yük de değildir.
Yalnız şu anda Kültür Bakanlığı yapmakta olan değerli politikacıyı hedef alarak konuşmuyorum. Bunlar ilk izlenimlerdir, yanılıyor da olabilirim. Ama şu var ki, uzun süredir bu bakanlığa atanan kişerden pek azı gerçekten 'kültür adamı' niteliğini taşımıştır. Çoğu da, kendisini 'kültür' bakanı olmaktan çok, 'turizm' bakanı olarak gördü. Zira para ordadır.
Çoğunun bakanlığa atandığı anda kafalarında bir kültür politikası olmadığı gibi, daha sonra da böyle bir dertleri olmamıştır.
Oysa Türkiye, hızla 'geleneksel kültürünü yitiren', onun yerine de çağdaş bir kültür alternatifi veya sentezi yaratamadığı için, kültürel alanda büyük bir boşluk yaşayan bir ülkedir. Bu konuda çok şeyler yapılabilir, en azından yaklaşımlar geliştirilebilir, yollar açılabilir. (Balede 'Türk adımı' gibi tuhaflıklara düşmeden.)
Bırakın bu derin konuları. Kültür Bakanlığı, Aziz Nesin gibi, Nâzım Hikmet gibi, Ruhi Su gibi, Sivas'ta yakılanlar gibi, Sabahattin Ali gibi, Ahmet Taner Kışlalı gibi, Uğur Mumcu gibi, Turan Dursun gibi.. kültür adamlarımıza sahip çıksa, onların başına gelenlerin bir daha olmaması için uğraşsa, bu bile yeter.
Sahi, Orhan Pamuk'un kitaplarını yakmaya kalkan kaymakam olayında Kültür Bakanlığı'nın bir tavrı oldu mu? Örneğin kütüphanelerde hiç Orhan Pamuk kitabı yokmuş, birer tane göndersek iyi olur, diyemez miydi?
Tamam, tamam, saçmalıyorum galiba.

Türker Alkan, Radikal, 08/04/2005

Saturday, 11. June 2005

Yok Bir Şey

Kanımın tadına bakıyorum. Bu kadar demir tadı varken özümde, neden hala çok güçsüz geliyorum acaba kendime.

Monday, 30. May 2005

HER SECIM BIR KAYBEDISTIR.

Her seçim bir kaybedistir. Her tercih bir vazgeçistir çünkü...
Sabah ise gitmekle, yatakta nefis bir miskinlik firsatindan vazgeçmis olursunuz. Kalkar kalkmaz hayat bin bir seçenegi dayar burnunuzun ucuna...
'Ne giysem' telasindan, ögle yemeginde 'Ne alirdiniz? ' diye basucunuzda biten garsona, 'hangi kanaldaki filmi izlesem' kararsizligindan, 'bize oy verin' diye bagrisan partilere kadar her sey, herkes, her an sizi israrla bir tercihe zorlar.
Yastiginiza teslim olmussaniz, belki disarida isil isil bir günden vazgeçmis olursunuz.
Bahar esintileri tasiyan bir elbise belki o gün yasaminizi isildatabilecekken, agirbasli bir sadelige karar vermekle muhtemel bir tanisikligi tepersiniz. Belki yemediginiz musakka, ismarladiginiz Izmir köfteden daha lezzetlidir. Ya da öbür kanaldaki film, o anki ruh halinize daha uygundur. Ama yasam, vazgeçtiginiz seye iliskin ipucu vermez. Geri
dönüp, o günü gökkusagi desenli bir elbiseyle yeniden yasama sansiniz yoktur. Bu seçim oyununda vazgeçtiginiz sey, seçtiginizden daha degerliyse pismanlik kaçinilmazdir. Ama neyin degerli oldugunun karari da yine size aittir.
Ve vazgeçtiginiz sey bazen bir saray, bazen söhret sahnesinin pariltili neonlari da olsa, çogu zaman gözünüz hiç arkada kalmaz. Çünkü duvarlarina sevdiginizin kokusu sinmis bir ev ya da sevdiginiz kadinla paylasamadiginiz
bir saray sizin borsada kolay feda edilebilir degerlerdendir. Hayata bir baska gözle bakmayi ögrendiyseniz, bu seçimde kazandiklarini sananlara yalnizca aciyarak gülümsersiniz. Her seyin siradanlastigi bir dünyada bazen
kaybetmek en dogru seçimdir.
Ve o dünyada en yerinde tercih; vazgeçistir.

CAN DÜNDAR

Wednesday, 25. May 2005

Sessiz

İlk dokunusta onun tadını aramıstım. Çok gülmüştüm, çok biliyordum. Sanki dogdugum andan beri... Sonrasında her birine birkaç kahkaha hediye ettim. Yanımdakileri tedirgin eden ya da güldüren kahkahalar. Kendi halime gülüyordum oysa. Her defasında yanılışıma, bulanıklaşan yansımama.
Sonra yıllar geçti. Kahkahalar geçmedi. Belki de yaratılısım böyle diye tanrıya atmak istedim suçu, tanrıyla yattım bu hale düştüm diye savunmak istedim kendimi, olmadı. Herkesi inandırsam bile kendime, kendimi inandıramadım. Onu aradım herkeste. Aradım, aradım. Bulduklarımın karsısında suskun kaldım.
Agladım, acı oldum, gözyası oldum. Kendimden korktum.
Sen yoktun, kendime de gidemiyordum.


Başkaldıran ve boyun eğen halimle haykırdım sessizliğe:

"O kadar temizim ki ben, o kadar beyazım ki her dogan günle, tüm günahlar en güzel renklerini bana bulaştırıyorlar. Her batan günle en güzel pasaklı ben oluyorum yine boşluğa karışan!"

Tuesday, 24. May 2005

Sevgililer

İçmişim dostlar bu gece bagıslayın beni. Gözlerim bugulu olmadıgı anlarda düsündügümde hep mantıklı cevaplara kavusurdum. Gözlerim genelde bugulu olur ya, biri beni gözlerine yatırdıgı an ıslanmak için, günlük halime döndügümde hemen mantıgı unuturdum.
Şimdi gözlerim uzaklara odaklanmıs, sanki uzaklardan haber bekliyor. Ne kadar uzak, ya da ne kadar uzak oldugu ne kadar önemli, bilmiyorum. Büyük bir can sıkıntısı, içki kokusuna katarken kokusunu, ben sadece havayla temastayım. Kokusunu içiyorum havanın, bir çift tutku kokuyor, belki de burdan çıkınca sevişecekler; baska bir çift öfke kokuyor, belki de birazdan aralarında olan biten her seyi bitirecekler.
...
İçmişim dostlar bu gece bagıslayın beni. Aklıma satasıyorum. Yalnızım. Kötü kokulu yalnızlık bu. İstemedigim yalnızlık... Sanki hiç sordu onu isteyip istemedigimi... Her kıyafet degiştirdiginde, her maske yenilediginde yine o vardı ya yanımda; ben kendimi kandırdım bu gece yalnızım mutluyum, bu gece yalnız degilim, bu gece yalnızım mutsuzum vs diyerek... Her yudumumda bir sevgili olurdu içebilecegim, şimdi onlar bile yok. Bir ten bile yok gömülebilecegim... Yalnızlık bazen buruk bir tat bırakıyor agzımda. Bir daha diyorum, bir daha olmayacak bu, bir daha yalnız gelmeyecegim buraya. Ama biliyorum, hep yaptıgımı yapacagım yine. Hep yalnızdım ya, yine yalnız olacagım.
...
İçmişim dostlar bu gece, bagıslayın beni. Hastalıklı düsüncelerim yine kendimden kaçıyor, baskalarına sıgınıyor. Birkaç cümle emdim bir oyundan ben bu gece, "gitmek gibi degil! kayboluyoruz biz!" diyor.
Haksızsın diyemiyorum.
Gitmek gibi degil! Kayboluyoruz biz çocuk...

YAŞAM BİSİKLETİNİN SELESİNDE

Anne ve Babalara

Kalabalık konferans salonunda, mesleğinin doruğunda bir avukat, o gün mezun olacak hukuk öğrencilerine hitap etmek üzere kürsüye geliyor. Herkes meslekten söz edeceğini zannederken O, hayatı anlatıyor:

"Hepiniz kişisel yaşamınızı bir kenara koyup çok çalışabileceğinizi kanıtladınız" diyor bilge hukukçu... Ama unutmayın ki, ölüm döşeğindeki birisi 'Keşke işime biraz daha zaman ayırabilseydim' dediği duyulmamıştır. Çocuk sahibi olacak kadar şanslıysanız, onların göz açıp kapayana kadar büyüyeceklerini bana babalarınız size söyleyecektir. Çocuklarımıza hikaye
okuma, yakalamaca oynama ve birlikte dans etme fırsatını Tanrı ancak belli bir ölçüde bahşeder bize. Bunlardan birini bile kaçırmamaya özen gösterin. Bu öyküyü Rob Parsons'un "60 Dakikalığına Baba" adlı kitabında okudum.

Birkaç yıl önce parlak bir iş teklifi almıştım. Mesleki kariyerimin doruk noktası olabilirdi, lâkin her gün saat 20.00'de işten çıkabilecektim. Teklifi duyduğum anda o saatin, kızımın banyo saati olduğu geçti aklımdan.

Hayatta başka hiç bir şeyin beni o banyo seansı kadar mutlu edemeyeceğini düşündüm, ama bunu, teklifi yapanlara söyleyemedim. Bir bahaneyle reddettim. Yine de, geçen birkaç yıl içinde saat saat başkalarına dağıttığım zaman hazinesinden, kızıma pek az pay düştü. Yapılacak işlerim, yazılacak yazılarım, bakılacak telefonlarım vardı. O'nunla bir am bardağın pamuktan toprağına limon çekirdeği ekip büyümesini izleyemedim Yeni yeni, yarım yarım söylediği şarkılara eşlik edip bu düeti bir kasete kaydetmeyi çok isterdim; olmadı... Bir cümle ben söyleyip, bir cümle O'na söyleterek hiç yoktan bir masal yaratmayı ve düş güçlerimizi yarıştırmayı tasarlamıştım; hazırdan yemek daha kolay geldi. Hayat öyle ters bir denge kurmuş ki, onların en çok ilgi istedikleri dönem, onlarla en az ilgilenebileceğimiz dönem aynı zamanda. Bizim vaktimiz bollaştığında ise, onların bize ayıracak vakti kalmıyor.

Ben aslında O'nun için çalışıyorum, sıkça sarıldığımız bir ama O'na hiç bir zaman "Daha çok parası olan bir baba mı istersin, daha çok seninle olan bir baba mı" diye sormamışızdır. Sabahları yanağımda ıslak bir buse ve başucumda şen bir "Günaydın babacığım" sesi ile uyanmanın. "Hadi sarılıp yatalım babacığım" çağrısıyla başlayan gecelerde, o sihirli "Seni Seviyorum"u kulağıma fısıldadıktan sonra yanaklarımı avuç içlerinin parantezine alıp uykuya çekilince gözkapaklarına yerleşen huzuru izlemenin tadına vardım.

Mavinin neden mavi olduğunu, kışın havaların neden soğuduğunu, Kuşların nasıl uçtuğunu en baştan öğrenmenin. Rakiplerim sayılan Casper'dan, Power Rangers'tan, Ricky Martin'den daha ilginç olmaya çalışmanın ve konuşmaya başladığından beridir beni "takip ederek", hatalarımı da sevaplarımı da aynen tekrarlayan bu sevimli papağana, duvara kazılı boy tablosundaki çizgiler yükseldikçe yükselen birtutkuyla bağlanmanın tadını çıkardım.

Annesiyle birlikte bezini değiştirmiş, mamasını yedirmiş, pişiklerini kremlemiş olmanın; bacakları ilk adımını attığında elini tutmanın, dilinden ilk sözcük döküldüğünde birlikte coşmanın heyecanını tattım.

Sonunda beklenen gün geldi: Belki O'nun karaladığı bir resim, ilk hediyem olacak. Kitaptaki örnekle, bisikletinin selesine arkadan yapışacağım günler başlıyor şimdi... O, selenin emin ellerde olduğunu bilmenin güveniyle öğrenecek pedala basmayı. Bir süre sonra farkettirmeden çekeceğim ellerimi. Bisiklet, artık yetişemeyeceğim kadar hızlanacak ve O, uçup giderken, ben biçare; ardından bakakalacağım.

70 yaşındaki babam geçen gün "Torunumu ilkokula götürene kadar sıkacağım dişimi... " dedi. İnsanın boğazını düğümleyecek kadar hazin ama gerçek. Torunla dede arasında bir tahteravalli gibi uzanıyor yaşam. Birini aşağı çekerken, diğerini yükseltiyor. Birinden eksilen öbürüne ekleniyor adeta... Bütün hüznüne rağmen yine de bir zafer coşkusu var bu devir teslim töreninde... O yüzden, bugün babanızı yanınıza, kızınızı kucağınıza alıp Freiligraht'ın "Devrim" şiirindeki
dizesini gururla haykırabilirsiniz:

"Vardım... varım... var"

Can Dündar

Monday, 23. May 2005

Sevişmeler öldü (mü)

Bir gün uyanmış bir tene dokunduğumda uyanamayacağımı yüzyıllık uykumdan, ne kadar zaman geçse de düşünemezdim ben. O kadar severdim dokunmaları, o kadar mutlu olurdum pembeleşmiş yanaklarımla. Bir de gözlerimdeki parıltılarla...
...
Daha ilk hissettigimde uyanmıs bir teni tenimde, her seyi biliyor gibiydim zamanın ötesinde. Hep vardım sanki, küçüktüm ama, zaten erkeklere alışkın degildim de sevişmelere...
...
Eskiden kahkahalar eşlik ederdi tenime, şimdi gözyaşları var. Sormak gerekir mi şimdi, "Niye?" Yoksa susmalı mıyım, ya cevabı ürkütücüyse diye...

Sunday, 22. May 2005

Cümlelerim doğuyor

Bir film karesine takıldı aklım, bir zamanlar var olan sevişme içerikli öfkelerimi hatırladım. Kalemimi kaldırmadan çizdigim bir resim var, başkasını içimde bırakmadım. Kaldırdım başımı, agrılı yıldızlara göz kırptım. Kendime aldım agrılarını onlar mutlu olsunlar diye, yine mutsuzluklarda asılı kaldım.

Thursday, 19. May 2005

19 Mayıs ve Bağımsızlık

19 Mayıs Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı gündü.
Kurtuluş Savaşı’nın başladığı gün.
O sırada İstanbul işgal altındaydı.
Saray eğlencelerinde, İstanbul sosyetesinin şaşalı gecelerinde işgalci konuklara İngiliz viskisi, Fransız şarabı ve yanında da garnitür olarak koskoca bir ülke; Türkiye armağan ediliyordu.

Orkestra çalıyor, cırtlak sesli bir kadın şarkıcı bozuk aksanıyla bir Fransız şarkısı söylüyor, orospunun biri ecnebi diplomatın kucağında kikirdiyor, işbirlikçi koca göbekli tüccar tayfası işgal kuvvetlerine bir şeyler satıp para kazanmaya uğraşıyor, sosyetenin gerdanlı hatunları ise İngiliz, Fransız zabitlerinin kollarında dans edip isterik kahkahalar atıyordu.
İki adım sola bir adım sağa.
Her dansın sonunda bir ihale, bir makam alınabilirdi.
En yüksek rütbeliyi kim kaparsa avantaj sağlayabilirdi.
Serbest rekabet bunu gerektirirdi!
Halk ise işgalcinin postalları altında eziliyordu.
Boğazın suları bu kahpeliğe ağlıyordu.
Anadolu ise kıpır kıpır.
İstanbul’un arka sokaklarında, dip bucak köşelerinde, aysız gecelerinde insanlar koşturuyordu.
Mavnalar karanlıkları yarıyor, silahlar Anadolu’ya akıyordu.
***

Savaşıldı.
Ve kazanıldı.

Yoklukla, yoksullukla, ölümüne, ama bağımsızlık ruhuyla.
İstanbul “soyluları” soylu biçimde memleketi satarken, atalarımız asil bedenlerini memlekete ve satılmışlığa siper etti.

Soylular!
Soyuna sopuna tükürdüğümün soyluları!
Üç parayı gördümü memleketi de donlarını da satarlar!
Ve Sakaryalardan...Ve Afyonlardan, büyük muharebelerden... Geldik bugüne...
Telekom satılık! Yabancı sermayeye...Yanında sahiller hediye!

Oysa bir telgraf manyetosu, bir telefon binasını ele geçirmek için ne canlar verilmişti!
Tüpraş gitti gidiyor. Petkim sırada.
Ve Karabük Demir Çelik. Ki, bölgenin en büyük demir çelik işletmesidir; şimdi mezat masasında.
Bankalar bir bir pazarlanıyor.
Tütün memleketi ülkemizde yerli tütüne ambargo uygulanırken, Amerikan sigara tekelleri fink atıyor.
Şeker pancarına kota. Ne var canım, şeker lazımsa satar bize Amerika!
Üstelik verdikçe emperyalizm azıyor.
İncirlik’te Amerikan savaş uçakları, Amerikan bombaları.
Yetmez! Trabzon, Sinop, Samsun. Evet, Samsun’u da isterim diyor.

İşte o sırada İngiliz kurşunuyla şehit düşmüş atamız, Fransız’a kurşun yağdırmış Antepli Karayılan başını topraktan kaldırıp soruyor:
Biz bu savaşı neden yaptık?
Ah! Biz o savaşı yaptık da, işbirlikçi “soyluları” bıraktık!
Ama bilinmeli ki, elbette işgale karşı savaşmak boşa gitmedi.
O sevda halkın yüreğine yerleşti.
Duyuyor musunuz dipten gelen yeni bağımsızlık türkülerini?

Yücel SARPDERE

Ara

 

Vesaire

Ç ç Ğ ğ İ ı Ö ö Ş ş Ü ü

»» Türk Harfleri Çevirmeni

»» Bize Ulaşın
»» RSS:Başlıklar

Arşiv

April 2024
Sun
Mon
Tue
Wed
Thu
Fri
Sat
 
 1 
 2 
 3 
 4 
 5 
 6 
 7 
 8 
 9 
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
 
 
 
 
 
 
 

Sıcağı sıcağına

https://static.twoday.net/ yilmaz/images/DX07N_4UMAAC zhh.jpg
https://static.twoday.net/ yilmaz/images/DX07N_4UMAAC zhh.jpg
zehni - 9. Mar, 17:18
von Blogger zu Blogger
Würdest Du mir ein Interview geben? Ich schreibe unter...
ChristopherAG - 5. May, 01:06
Su akıyor ve ben gidiyorum...
Sonra fark ettim ki Su akıyor rüzgar esiyor Yağmur...
zehni - 15. Apr, 13:42
Sana..
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana Mey süzülmüş...
zehni - 15. Apr, 13:32
Görenlere Aşk ola
Asik olan ummana düser vay vay vay Hayvan gelir insan...
zehni - 25. Dec, 16:15
İnek nasıl kaşınır?..
İNEĞİN köydeki Atatürk büstüne sürünmesi ve büstü devirip...
zehni - 26. May, 20:22
Takvimlerden haberin...
GECELER DÜŞMAN Söz - Beste : Adnan Ergil Takvimlerden...
zehni - 26. May, 20:19
DİNİ YİRMİ KURUŞA SATMAYANLAR
Londra'daki caminin yeni imamı şehre gitmek için hep...
zehni - 10. Apr, 12:48
UPANİŞADLAR
İnsanlığın en eski felsefe eserleri. 4000 yıl önce,...
zehni - 17. Mar, 18:20
YEM BORUSU
Görmüyoruz sanmayın içyüzünü işlerin, O doğru duruşların...
zehni - 14. Mar, 13:02

Users Status

You are not logged in.

Durum

Online for 7136 days
Last update: 15. Jul, 02:03

turkey




Get Firefox!
Get Thunderbird!

CiDDi CiDDi
FUCKUELTE HAYVANI
gayriciddi
KOESHEM
OKUMUSH CHOCUK
SHARKI ve SHIIR
ya$ayarak
Profil
Logout
Subscribe Weblog