pen36 header icon36

KOESHEM

Monday, 16. May 2005

Yallah Tazyik,Kuvvetül Ankara

Cemal Abdülnâsır Devlet Başkanı olunca, Mısır radyosunu dünyanın her tarafından dinlenir duruma getireceğini iddia etmiş ve kısa sürede de bu iddiasını gerçekleştirmişti. Fıkra ya da söylenti bu ya, bir gün Mısır radyosu, o günlerde adını çokça duyuran Ankaragücü’nün maçını naklen vermiş. Ankaragücü’nün o dönemde ünlü bir sloganı da vardı: “Haydi bastır, Ankaragücü.” İşte spiker bu sloganın etkisinde kalarak, dinleyicilerine Arapçasını söylüyormuş: “Yallah tazyik, kuvvetül Ankara.”

DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’yle gazeteci Ahmat Tulgar’ın yaptığı “DİSK’in renkli sevgi devrimi” başlıklı söyleşisini (Akşam gazetesi, 01.05.2005) okuyunca, önce aldatılmış ya da aldatıldığını sanan yahut da kaderleri aldatılmak olan âşıkların sloganı geldi aklıma: “Mühim olan aşkımız, o da bitti şaşkınız.” Bunu yazıma başlık yapmak istedim, ama sonra gerçekler yerine aşklara bel bağlayanların, örneğin 1999 seçimlerinde nasıl hüsrana uğradıklarını getirdim gözlerimin önüne. Arkasından Ankara’nın her konuda öne çıkmasını düşündüm ve başlığı buldum: “Yallah tazyik, kuvvetül Ankara.”

Mühim olan aşkımız.

Biz sermayeden bağımsız bir örgütüz”, diyen Sayın Çelebi, “İşsizliğe karşı, ‘İşimi, fabrikamı seviyorum’ diyoruz. Daha önce biz fabrikamızı sevmiyor muyduk? Biz o zamanlar da fabrikalarımızı koruyorduk. Ama şimdi bu sevgiyi ifade etmeye daha fazla ihtiyaç duyuyoruz” diyor. Ve ekliyor: “Biz fabrikamızı severken kuru kuruya sevmiyoruz. Daha çok üretim yapılsın diye söylüyoruz.”

Sendikalı işçi sayısının, hatta genel olarak işçi sayısının her geçen gün azaldığı günleri yaşarken Sayın Çelebi, “Sermaye ne istiyor burada? Daha büyümek istiyor, daha çok para kazanmak istiyor. Ama o büyüyünce bizim de istediğimiz oluyor işte: İşsizliğe karşı yeni istihdam oluşmuş oluyor. Bugün bir büyümeden söz ediliyor ekonomide” diyor. Ve tek taraflı aşkın hiçbir işe yaramadığını da belirtiyor hemen arkasından: “Ama bu büyümenin sonucunda bizim ücretlerimizde bir artış oluyor mu? Hayır. İstihdam artıyor mu? Hayır. Biz de bunun mücadelesini veriyoruz” diye ekliyor

AKP’lilerin Başbakan’ının sadece sermaye çevreleriyle ilişki kurduğu, AKP’lilerin Devlet Bakanı Ali Babacan’ın, işsizlik oranının arttığı bir dönemde, “İşsizlik oranı iyileşme alameti,” dediği, emekçilerin mezarda bile emekli olma şanslarının bulunmadığı (Sayın Çelebi, sözleşmelilerin kaç yılda emekli olacağını biliyordur, sanırım) günümüzde, “Platonik aşk”ın sonuçlarının nasıl olacağını bir türlü çözemiyorum.

İstihdam artmıyor, üretim artmıyor, sokaklardaki işsiz sayısı her geçen gün katlanıyor ve buna karşılık ithalat dorukta. Ve çelişkiler rafa kaldırılıyor, unutturulmak isteniyor. Hortumcuların götürdüğü 48 katrilyonun affedilmesini gündeme getirenlerin işbirliği içinde olduğu sermayeyle aşk yapmanın kime yararı olur?

Dün, “MESS’i ezdik, sıra DGM’de” sloganlarının benzerlerini acaba şimdi “Devrimci sendikaları ezdik, sıra tüm emekçilerde,” demez mi birileri...

Korkuyorum, “Mühim olan aşkımız, o da bitti şaşkınız” durumuna düşülecek yakın bir zamanda...

Faşizm kahroldu mu?

Sayın Süleyman Çelebi’nin bir sözüne takıldım, kişisel olarak. Geçmişte DGM’lere, 141. ve 142. maddelere karşı çıkıldığını ve bugün bunların olmadığını söylüyor.

Rahmetli Orhan Apaydın anlatmıştı. 1960 İhtilâli’nden sonra Kurucu Meclis’te, basınla ilgili bir maddenin kaldırılması gündeme gelmiş. Orhan Apaydın, “Aman,” demiş, “Bu maddeyi kaldırtmayın. Çünkü yazara verilen ceza, 6 ay. Bu madde kalkarsa, başka yerlere bağlarlar, ceza daha çok olur.” Kimse dinlememiş ve o madde kalkmış, tabii yerine 141. ve 142. maddeler uygulamaya sokulmuş ve cezalar 7.5 yıldan başlamış... Ve bir süre sonra bir sağcı yazar, “Şu komünistleri 142. maddeden yargılamak onların reklam yapmasına neden oluyor. Para cezası verilsin. Nasıl olsa o zaman batarlar ve susarlar” anlamında bir şeyler yazmıştı. Ve bugün dedikleri oldu, yazarlar para cezalarıyla susturuluyor.

Bunu neden söyledim? Sayın Çelebi, “Geçmişte “Kahrolsun Faşizm’ diyorduk. Bugün ‘Demokrasiyi seviyorum’ diyoruz” demekte. Anladığım kadarıyla Sayın Çelebi, DGM gibi, 141 ve 142 gibi faşizmin de yok olduğunu düşünüyor. Ama bence “faşist provokasyon” tırmanıyor, yine okullar basılıyor, yine pırıl pırıl yurtsever gençlere karşı saldırılar düzenleniyor ve faşizm hayranları gizli gizli değil, açıkça gövde gösterilerine girişiyorlar. “Demokrasiyi sevmek” ya da “Faşizmi gündemden çıkarmak” onları durdurmuyor. Bu benim özel kanım...

Neyse... Sayın Süleyman Çelebi’nin söyleşisindeki takıldığım birkaç bölüme neden karşı çıktığımı yazdım. Kimse kızmasın, alınmasın, gocunmasın. Ama son bir kez daha söyleyeceğim, “İnşallah ilerde, mühim olan aşkımız, o da bitti şaşkınız” durumuna düşülmez...

Bülent Habora

Saturday, 9. April 2005

Kapiyi anahtarla acmak

İki insanın yaşamlarını birleştirmesine neden 'evlenmek' demişiz?
Evlenmek, çünkü, evin anahtarının iki olması... Anahtar, evin iki sahibi olduğunun simgesi... Evlenmenin simgesi... Yani alyanstan çok daha anlamlı aslında.

Anahtarı verdiniz mi, 'evli'siniz demektir. Belediye Başkanı onasın, onamasın.

"Her eve gelişimde kapıyı anahtarla açmaktan yoruldum," demiştim. "Ne güzeldir zili çalmak ve size birinin kapıyı açması..."

Bunu sağlamak için anahtarı bir başkasına vermeniz gerekir. Ki gelsin sizden önce eve. Evi ısıtsın. Sımsıcak yapsın. Yuva yapsın. Kapıyı çaldığınızda koşsun, kucaklasın kapıda sizi.

Mutluluk tariflerinden biri bu mu acaba?...

Hincal Uluc (Kapiyi anahtarla acmak kitabindan)

Monday, 28. March 2005

Neden geçmişimizi geleceğimizden daha çok seviyoruz?

Geçmişimize sövülmesine, geleceğimize sövülmesinden daha çok kızdığımız için mi?
***
Geçmişte geleceğimizi, şimdikinden daha parlak gördüğümüz için mi?
***
Geçmişte babamızın çevresi daha forsluyken, şimdi kendimiz aynı forslu çevreyi bulamadığımız; örneğin hemşeri sayılacak bir komiser muavini dahi tanımadığımız için mi?
***
Geçmişte olanaklarımız daha genişti de, şimdi daraldığı için mi?
a- Yediğimiz miras bittiği için...
b- Yaptığımız iş, örneğin semercilik eskisi kadar para getirmediği için...
c- Bankerlere yatırdığımız paranın önemli bir bölümü battığı için...
d- Yeni bir ev alıp borçlandığımız ve yüksek faiz ödediğimiz için...
e- Kazancımız hiç değişmediği halde fiyatlar yükseldiği için...
f- Geçmişte durumumuzun daha iyi olduğunu söylemeye ağzımız alıştığı ve eskiden de her zaman geçmişi yeğler göründüğümüz için...
***
Geçmişte devlet desteği ve devlet hoşgörüsüyle iş yürüttüğümüz ve şimdilerde bu kolaylıkları sağlamak girişimlerinde daha zorlandığımız için mi?
***
Geçmişte sevgilimizle çok iyi anlaşırken; bir hiç yüzünden aramız açıldığı ve yerine de kimseyi koyamadığımız için mi?
***
Geçmişte kilomuz daha az olduğu ve göbeğimiz yarım Diyarbakır karpuzu gibi öne doğru çıkmadığı için mi?
***
Geçmişte karaciğerimiz şimdiki kadar yorgun olmadığından; o zamanki neşemizi artık bulamadığımız ve gitgide artan karamsarlığımıza entelektüel bir neden bulmak gerektiği için mi?
***
Geçmişte siyaset üstüne kurduğumuz umutlar bittiği için mi?
***
Geçmişte göremediğimiz yanılgıları şimdi gördüğümüz ve artık hiçbirini de düzeltme olanağımız kalmadığı için mi?
***
Geçmişte ileriye dönük kurduğumuz projeleri, artık gerçekleştirme olanağı bulunmadığı ve düşlerle vakit geçirme avuntumuz sona erdiği için mi?
***
Geçmiştekinden daha kötü durumda değilse de; bize yine hiçbir yararı dokunmayacağını bildiğimiz iktidara kızdığımız için mi?
***
Geçmişte olmayan dertler, örneğin çocuklarla ilgili harcamalar karşımıza dikildiği için mi?
***
Geçmişte atıp savururken, şimdi emekli olduğumuz ve artık atıp savurmamıza kimse kulak asmadığı için mi?
***
Geçmişte sorumsuz bir gençken, şimdi sorumlu bir aile babası olduğumuz için mi?
***
Geçmişte hiç tatile çıkmazken, şimdi daha çok tatile çıktığımız halde; onca harcamalara karşın, bir türlü dinlenip eğlenemediğimiz için mi?
***
Geçmişte kendi kuşak yarışımız henüz bitmemişken; şimdi herkes ipi az-çok göğüslediği ve önlerde yer alamadığımız kuşkusu yüreğimizi kemirdiği için mi?
***
Geçmişe karşı geleceği, Picasso gibi ileride daha çok anlaşılacaklarına inananlar beğendiği; bizim ise böyle bir tutkumuz olmadığı için mi?
Not: 20 yıl önce yazılmış bir yazı... "Güneş"ten...

Çetin Altan

Friday, 25. February 2005

Kardeşlik, sadece türkülerde kalmasın!

90'li yillarin basi, Kürt müziginde yeni bir dönemin basladigi yillardir. O zamana dek, bu alanda tek isim vardi; Sivan Perwer... Sesini bir saksafon gibi kullanan Sivan, 70'li yillarin ortalarindan baslayarak günümüze kadar ayni gelenegi sürdürmüs ve bu alanda neredeyse "tek ses" olmustu. 1992 yilinda Kürtçe'nin üzerindeki yasagin kalkmasiyla birlikte, bu alanda kelimenin tam anlamiyla bir "patlama" yasandi. Pes pese kasetler çikti, ardi ardina müzik gruplari kuruldu. Sivan'i ve geleneksel Kürt dengbejlerini disinda tutarsak, bu ise baslayan herkes bir "arayisla" giristi ise. Komsu müziklerin fazla etkisindeydiler. Ahmet Kaya'nin öncülügünü yaptigi, bir tür Türkiye'ye özgü "protest" müzigin çok daha fazla çekim alanindaydilar. Taklit agir basiyordu. Arabesk tinilar agirliktaydi. Makamlar çok tanidikti. Bir tek farklari vardi bu grup ve müzisyenlerin, sarkilarinin sözleri. Sözleri Kürtçe'ydi. Ve bu sözlerinin Kürtçe olmasindan baska hiçbir özellikleri yoktu. Hemen hemen hepsi, o zamana kadar egemen söyleme ihanet etmeden, kimilerinin "sol arabesk" adini verdigi, içinde çokça devrim, ihtilal, dag, gerilla, ölüm ve kusatma gibi sözcüklerin geçtigi sözler seçiyordu. Makamlari, akranlari Türkçe müzik yapanlarindan farkli degildi. Bir tek zaman zaman girtlak yapilari kendilerini ele veriyordu. Bu alanda zaten bir enflasyon yasaniyordu, bir de üstüne Kürtçe "tuhaf bir müzik" yapanlar eklenince, piyasa girtlagina kadar doydu. Ve bir yerlerde yavas yavas duyulmaya baslanan bir ses, bir öncülügün de sembolü oldu. Ciwan Haco, bir curcunanin yasandigi piyasaya, "etno-caz" in çok iyi örnekleriyle girince, farkli bir kanal daha açilmis oldu.

Iste tam bu dönemde "Kardes Türküler" ortaya çikti.

Anadolu bir halklar galerisiyse, bu galeride kendine yer edinmis bir o kadar ses var. Insanoglunun konusmaya baslamadan önce kendini ifade ettigi bu sesler, zaman zaman birlesmis, tek bir ses olmus. Ancak bu "bir ses", hiçbir zaman "tek ses" olarak telakki edilmemis. Herkes ötekinin sesini bastirmadan, kendi sesini ötekinin sesine yaklastirmis, birbirine özenmis. Rumlar, Ermenilerin türkülerini kiskanmis, Gürcüler Lazlar'a yaklasmak istemis. Türkler, girtlaklarini Kürtler'in girtlagina benzetmek istemis, Süryaniler Kürtler'e çok türkü ödünç vermis, Kürtler Türkler'e bir o kadar türkü bagislamis. Yüzyillar boyunca bu böyle olmus. Yapilan bütün savaslar, girisilen bütün katliamlar bu durumu degistirmemis. Savaslar, katliamlar, kiyimlar hersey yapabilir, bir tek kültürel alisverisi engelleyemez. Hele kültürel alisveris güçlüyse, savaslar da uzun ömürlü olamaz. Benzer yasama aliskanligi, iç savaslarin panzehiridir her cografyada.

Bogaziçi Gösteri Toplulugu, "Kardes Türküler" adini verdikleri ilk albümlerinde, iste böylesi iç içe geçmis, birbirine birinci dereceden akraba kadar yakin türküleri seslendirerek çikti ortaya. Yukarida sözünü ettigimiz "sol arabesk" veya "protest" müzik yapanlardan da hemen ayrildi.

Çünkü bir membadan besleniyorlardi onlar. Membanin suyu gürül gürüldü. Tükenmez bir kaynakti. Bin yillarin geleneginden süzüp gelmisti. Arkasina Anadolu'nun tarihini aliyordu bu gelenek. Savaslardan çikmisti, kitliklardan arta kalmisti, tufanlari atlatmisti, boranlara açmisti gögüsünü. Firtinalarla basetmisti, rüzgarlarda savrulmustu. Attan düsmüstü, develere binmisti, çölleri asmisti, daglara gögüs germisti. Akinlara karsi koymustu, kiyimlara direnmisti.

Ufka çömelip cigara sararken Mezopotamya ovasina karsi bir Kürt, "De bila beto" (Haydi gelsin) diyordu. Gelmesini istedigi sey, ona Erbil ovasindan hurma, Hama'dan nar serbeti getirsin istiyordu. Bir Arap, elindeki ipek mendilde kilicini sinarken, "asfur" diyerek kuslarin türküsünü söylüyordu. Zaza bir Alevi dedenin sesi Munzur çayina karisiyordu, mese agaçlarina dolanan ses, Dersim daglarinda gezenlere yalnizligini unutturuyordu. Kayip kültürlerin izini süren bir gezgin, Yezidiler'e rastliyordu Lales'te, Daril Zaferan kilisesinin serin avlusundan çikan bir Süryani, Berçelan yaylasinda yaylayan sevgilisine "gudi" (yayik) türküsünü götürüyordu. Tokatli bir Türk kizi, sabahin ayazinda, burçak tarlasina burçak yolmaya gidiyordu. Enver Pasa'nin çizmesi altimda ezilmis, Sarikamis katliamindan arta kalmis bir Ermeni, "Sari Gyalin"e agit yakiyordu. Bir Gürcü delikanlisi "satrpialo" diyerek, sevdigine sevdasini haykiriyordu. Kürtler govend'e, Türkler halaya, Ermeniler dügüne, Aleviler semaha durmustu. Göge yükselen zilgitlar, ayni çati altinda, ayni toprak üzerinde yasamanin bulunmaz nimetini haykiriyordu. Anadolu'nun her kösesinden çikan sesler, gelip hepsinin entelektüel olarak mayalandiklari kadim kent Istanbul'da birlesiyor, iki dilden, Türkçe Kürtçe "Kara Üzüm Habbesi" türküsünde sembollesiyordu.

Ve iste kizilca kiyamet de burada kopuyordu. Parçanin yarisi Kürtçe oldugu için hiçbir müzik kanali "Kara Üzüm Habbesi'nin klibini yayinlamiyordu.

Anlatir misiniz bana bu türkünün, her gün çaldiginiz Sibel Can'in "Berivanim"indan, Servet Kocakaya'nin "Keke"sinden Mahsun Kirmizigül'ün "Kardeslik Türküsü"nden, Ibrahim Tatlises'in "Tombol tombul memeler"inden farki ne Allahaskina? Içinde bir kaç kelime Kürtçe geçmesi mi? Hani kardestik? Hani herkesin dilini kullanmasi evrensel bir insan hakkiydi? Hiç mi kardesinizin hakki yok yaninizda? Kardes kardese bunu yapar mi Allahaskina? Elinizi vicdaniniza koyun ve Çanakkale Savasi'nda, Kibris çikartmasinda Türk kardesleriyle ayni amaç ugruna ölen ve adina anitlar diktiginiz Hakkarili, Bitlisli, Diyarbakirli ölmüslere -ki ölüme gidene kadar bu türküler hiç birinin dilinden eksik olmazdi- izah edin bakalim bu yasagi. Söyle mi diyeceksiniz:

Bu vatan için ölebilirsiniz, ama dilinizi kullanamazsiniz! Öyle mi?

MUHSIN KIZILKAYA
6 Agustos 2000
Yeni Binyil Gazetesi

Monday, 3. January 2005

Günün mana ve ehemmiyetine dair bir yazı

Bir hafta daha geçmiş, bakın yine birlikteyiz sevgili okurlarım diye başlayabilirdim; ya da bir ay daha sona erdi, Aralık bitti, Ocak ayına başladık, yeni ayınız hayırlı olsun mu demeliydim? Alın size basmakalıp bir yeni yıl geyiği: Bu satırların yazarı, 2004 yılının son yazısını gazetedeki 2005 yılının ilk yazısı olarak yazmaktadır, zira yazısını önceden teslim etmek zorundadır... Size ne değil mi? Ama artık denmiştir ve kayda geçirilmiştir..

Uzakdoğu’da yüzyılın felaketi. AB sendromu. Kar kış, kıyamet, gri gökyüzü... Gerçi yaşadığım Mersin’de hava, nazar değmesin, çoğunlukla güneşli ama, siz diğer gariban okurlarım için üzülmek durumundayım. Boş verin kasveti filan şimdi..

Şöyle bir oturduğunuz yerde geriye kaykılın; gerinin ve parmaklarınızı çıtlatın. Sonra Orhan Veli’nin “Pireli Şiir”ini terennüm edin... Bilmiyor musunuz? Buyurun okuyun: “Bu ne acaip bilmece? Ne gündüz biter ne gece. Kime söyleriz derdimizi; ne hekim anlar ne hoca. Kimi işinde gücünde, kiminin donu yok kıçında. Ağız var, burun var, kulak var; ama hepsi başka biçimde. Kimi peygambere inanır; kimi saat köstek donanır; kimi katip olur, yazı yazar; kimi sokaklarda dilenir. Kimi kılıç takar böğrüne; kimi uyar dünya seyrine; karı hesabına geceleri, gündüzleri baba hayrına. Bu düzen böyle mi gidecek? Pireler filleri yutacak; yedi nüfuslu haneye üç buçuk tayın yetecek? Karışık bir iş vesselam. Deli dolu yazar kalem. Yazdığı da ne? Bir sürü ipe sapa gelmez kelam.”

Tavsiye ederim, bu şiirden sonra parmaklarınızı bir kez daha çıtlatın. Belki şunu da bilmezsiniz: Aslında çıtlayan eklemler değilmiş, eklem boşluklarındaki yağ içinde hava kesecikleri oluşurmuş, eklem yerleri büküldükçe bu kesecikler patlarmış. Yani aslında çıtlama değil PATLAMA demek gerekirmiş.. Bunu bilince, çevremizde bizce çıtlama kabilinden küçük işlerin, hakikatte birer patlama olduğunu da anlayabiliriz. Ya da başkalarına çıtlatmayınca, yani içimizi döküp dertleşmedikçe, kendi iç dünyamızdaki patlamalardan da kimsenin haberi olmayacağını biliriz. İşte böyle çatlamalar, patlamalar arasında debelenip dururuz. Adına yaşamak dedikleri bir hadisede...

Neşeli başlayıp yine mi karamsarlığa saplandık? O zaman fukaranın ekmeğinden yemeli; yani “umut”tan... Okumuş yazmış kesim bunun devasa boyutundaki tarifine umut demez, “ütopya” filan der... Nasrettin Hoca da adı üstünde, okumuş yazmış adam, bana kalırsa vakti zamanında böyle demişti. Gelin size Nasrettin Hoca’nın başından geçen bir olayın perde arkasını anlatayım: Hoca bir gün Akşehir Gölünün kenarında yoğurt yemiş, karnını doyurmuş, sonra da gölde yoğurt kabını ve kaşığını yıkıyormuş. Tam o sırada oradan geçen bir akıldane Hoca’ya ne yaptığını sormuş. Fesupanallah! Hoca kabını kaşığını yıkadığını gördüğü halde ne yaptığını soran adama şimdi hangi anlamlı cevabı versin ki.. Saçma soruya elbet saçma cevap verilir: “Görmüyor musun? Göle maya çalıyorum be kardeşim!” demiş. Adamın ezberi bozulmuş elbette, “Aman Hocam, göl hiç maya tutar mı?” diye saçmalamaya devam etmiş. Hoca da “ya tutarsa!” demiş.. Der elbette... Başka ne desin ki?

Kıssadan hisse çıkarıp bununla yaptıkları ve söyledikleri bir türlü doğru anlaşılamayan solcuların hal-i pür melalinin anlatıldığı sonucuna varmasanız iyi edersiniz. Ancak ne etsek, ne desek yine de şu devranda hakikaten göle maya çalmak gibi algılanmıyor mu? Misal, Birgün gazetesine bile bu gözle bakılmıyor mu? Göle çalınan maya bir tutsa! Arzularımız, şimdi saçma ve beyhude gibi görünen ütopyalarımız, saçmalamak korkusuyla bastırılmasa, yani biz güzelliklerin mayasını elimizden bırakmasak, fena mı olur? Ütopya nedir ki? Göle maya çalmaktır ya da gölden maya çaldırmamaktır; ama kesinlikle mayadan çalanlara çırpanlara itiraz ederek yaşamaktır.

Söz yoğurttan açılmışken; ayrandan söz etmemek ayıp olur. İki fare ayran küpüne düşmüş, farelerden biri “tamam” demiş, “ölüp gideceğim, kurtulmak imkansız!” Pes etmiş ve küpün dibinde boğulmuş kalmış... Diğeri “hayır” demiş, “mutlaka kurtulacağım!” Ve devam etmiş çırpınmaya, debelenmeye... Ayranın içinde debelendikçe haliyle bir yağ topağı oluşmuş ve bizim devrimci fare yağ topağına tutunarak küpün ağzına gelmiş ve kurtulmuş... Merak etmeyin, gün gelecek, devran dönecek. Orhan Veli’nin emekçi pireleri de savaşmasını öğrenince, kapitalizmin kuduz itlerini canından bezdirecek...

Bu vesileyle, bütün pirelerin yeni yılını kutlarım.


Melih Pekdemir 03/01/05

Friday, 31. December 2004

Yeni Yıla Girerken…

Ah! Bilmez değilim, yeni yıl geliyor diye insanın yüreği pır pır etmeye başlar… Sanki geride kalan, geçip giden bir yılla, üzüntüler, sıkıntılar, endişeler, yokluklar, kötülükler, haksızlıklar da geride kalacak…
Sanki bir şeyler değişecek… Sanki ufkumuzu daha ötelere taşıyacağız…Sanki denizlere, nehirlere yeni sular dolacak… Yeni sularda, yeni rüzgarları sırtlayıp, yeni hedeflere pupa yelken dümen kıracağız sanki… Yeni ışıklar… Yeni umutlar… Sanki…
Belki alışkanlıktan, belki umudu diri tutmaya sonsuz gereksinimiz olduğundan sürdüreceğiz “sanki”leri…
Oysa… Oysa biliyorsunuz, değişen bir şey yok, sayılardan ve takvim yapraklarından başka. Ancak biz değiştirirsek, değişecek olandan başka…
Yani yeni yılda da farklı dünyalar arasında parçalanıp duracağız, kırılan dağılan parçalarımızı bir araya toplamaya çalışacağız.

Sevgili Okurlar, hepinize sevdiklerinizle birlikte, mutlu, sağlıklı, keyifli, yaratıcı, üretken, çok sesli, çok renkli, her tür şiddetten, baskıdan, sömürüden, eşitsizlikten, bağnazlıktan, haksızlıktan arınmış bir yeni yıl diliyorum.
Zeynep Oral
26 Aralık 2004 - Cumhuriyet

Thursday, 30. December 2004

İzindeyiz Ata’m

Hani “Türk, Öğün, Çalış, Güven” demiştin ya... Biz ilkinde takılıp kaldık. O yüzden çalışmaya vakit kalmadı. Kimselere de (kendimiz dahil) güvenmiyoruz.

Seninle övünüyoruz. Adına barajlar, yollar, köprüler yapıyoruz. Balolar, heykeller, hatalar yapıyoruz. Klipler, zamlar, işkenceler, darbeler...

Öyle bir kargaşa yarattık ki senin adına darbe yapanlar, senin adına yönetimde olanları devirip, senin fikirlerinle açıklıyorlar bunu... Ve de devrilenler yine senin fikirlerinle savunuyorlar kendilerini...

Herkes seni bir dönemki görüşlerinle tanımlayıp başka başka anlatıyor bize... Asker, demokrat, dindar, ateist, laik, çapkın, milliyetçi... Liste uzayıp gidiyor, biz tartışıp gidiyoruz.

Hala “İzindeyiz” ve bu izin hiç bitmeyecek gibi görünüyor.

“İzinde” olduğumuzdan kabrine çok ziyaret yaptık, ama sana layık bir film yapamadık. 66 yılda... Belki kimseleri sana benzetemediğimizden, belki parayı denkleştiremediğimizden...

Adına yaptığımız köprülere akın akın koşuyor yurtyaşların... İntihar etmek için...

Cumhuriyeti emanet ettiğin gençler, polis copundan kafalarını kaldıramaz haldeler.

Zorlu savaşlarla kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinde bugün çetelerin gölgesi var.

Dev posterlerini yaptık ama doğru dürüst bir belgeselini yapamadık Ata’m...! Arkandan ağlamaktan gözlerimiz şiştiği için yazılarını, konuşmalarını doğru dürüst bir kitapta toplayamadık. Adına kurduğumuz kültür merkezini yangından koruyamadık. Senin adına iktidara el koyanlar mirasını çiğnedi, ses çıkartmadık. Kurduğun partiyi kapatıp, arşivini yaktılar... Alkışladık...

Çünkü biz izindeyiz Ata’m...

Her sabah güne

“Türküm, Doğruyum, Çalışkanım” diye bağıran, geri ve tembel nesiller yetiştirdik. Sesimiz gür çıkıyor ama eğitimde başarı oranlarımız yerde sürünüyor.

Köşklerin bakımsızlıktan dökülüyor...

Kocaman resimlerinin asıldığı kamu binaları içinde memurun aç.

“Beni emanet ediniz” dediğin doktorların biliyorsun seni “geç teşhisten” erken yolcu ettiler.

Merak etme “İzindeyiz” Ata’m...

O dönemde söylediğin bazı sözler bugün 7 kilit altında. Din üzerine, düşünce özgürlüğü üzerine yazdıklarını yazmaya, söylemeye kalkanlar mahkemelerde sürünüyorlar. O gün yazdıklarını, bugün ağıza alamayacak haldeyiz.

Seni aşmaktan vazgeçtik, sana ulaşamıyoruz Ata’m... Heykellerin o kadar büyük, posterlerin öyle kocaman ki, ardında bir dolu adam kendi pisliğini gizleyebiliyor. Pislik büyüdükçe heykelleri de büyütüyorlar.

Şu “İzindekiler”in listesini bir görsen inanamazsın Ata’m... Kendini tanıyamazsın.

Özlü sözlerini paylaşamıyorlar.

Yılgınlığa düşmememiz için söylediğin “küçük kıvılcımlar, büyük yangınlar doğurabilir” sözünü itfaiye kapısına asmışlar.

Bağışla bizi... İzindeyiz Ata’m...!

(Can Dündar, 10 Kasım 2004)

AB üyeliği Türk erkeğinin yatak performansını etkiler mi?

Bir dönem bulvar gazetelerinin en çok ilgi gören haberi "Helga Türk erkeklerine bayılıyor" başlığını taşırdı.

Haberin üzerinde genelde Türk sahillerinde üstsüz güneşlenen kocaman göğüslü bir Alman kadını olur, kolunda çoğu zaman gariban bir delikanlı bulunurdu.

Tek başına tatile gelen Helga'nın Ramazan'ı görünce nasıl çarpıldığı ballandırılarak anlatılırdı.

Gurur okşayıcı bu asparagaslar, tatil yörelerinde kimbilir kaç Alman kadınının ırzına geçilmesine yol açmış, kimbilir kaç tecavüzcü, "Türklere bayılan Helga"nın bu keyfe direnmesine şaşmıştır.

* * *

Bu kez söz konusu olan öyle bir asparagas değil.

Bu kez Türk erkeklerine övgüler düzen, bir Alman hayat kadını...

Berlin'de, Türklerin en yoğun yaşadığı semtlerden Wedding'de "Saliha" adlı genelevde çalışan Romy Kaska takma isimli bu kadın anılarını derlemiş.

Kitabın adı: "Bana Erkeklerin Nerede Olduğunu Sormayın".

48 yaşındaki Kaska, genelevde toplam 10 ay çalışmış ve bu süre içinde her milletten 3 bin erkekle yatmış.

Günde ortalama 10 erkeği ağırlarken de fırsat buldukça anılarını yazmış.

Sonuçta ortaya, "Kim nasıl sevişiyor" kılavuzuna benzer bir kitap çıkmış.

* * *

Kaska'nın farklı milletten müşterilerinin yatak performansına dair genellemeleri şöyle:

Afrikalılar: "Tam bir seks makinesidirler. Çoğunlukla ritmik ve dans şeklinde hareket ederler".

Japonlar: "İyi bir orgazm yerine mor lekeler vaat ederler".

Çinliler ve Taylandlılar: "'Şimdi... Buramı öp... hayır' gibi emirler vermeyi severler".

Polonyalılar ve Ruslar: "Klasik seks pozisyonlarını tercih ederler".

Almanlar: "Çok konuşur ve hemen ilişkiye girerler".

Ve her milliyetten müşterinin ortak özelliği:

Sevişirken boyunlarından kolyeyi ve ayaklarından çorabı eksik etmezler. Prezervatifsiz ilişki için de ekstra para teklif ederler.

* * *

Türkleri merak ediyorsunuz değil mi?

Genelevin en sadık müşterileri Türkler olduğu için Kaska, bizimkiler hakkında geniş bilgi sahibi olsa gerek.

Ve bu tecrübeyle şahadet ediyor ki, "Türk erkekleri yatakta hayli eğlendiricidir" ve "Bir kadın onlarla orgazmı asla kaçırmaz".

Son dönem spor, edebiyat, müzik gibi alanlarda kazandığımız uluslararası başarılara yatakta bir yenisini eklemiş sayılmaz mıyız?

İyi de bu bizim bildiğimiz Türk erkeği mi?

Hani şu yatakta iş şip-şak bitsin diye telaşlanan, sonra da kadını hiç umursamadan sırtını dönüp uyuyan?..

Meslektaşımız Fügen Yıldırım da 2002’de "Fahişeliğin Öbür Yüzü" (Metis) kitabı için dünyanın en eski mesleğinden 15 kadınla konuşmuştu, ama onların anılarında Türk erkekleri hiç de bu kadar eğlenceli görünmüyordu.

Eğer Kaska, sadık müşterilerini küstürmemek için fazla mültefit davranmıyorsa geriye iki olasılık kalıyor.

Bir: Avrupa'daki Türk erkekleri böyle...

İki: Avrupalı kadınlara karşı böyle...

* * *

Aslında ikisi aynı şey:

Maziden gelen bir kompleksle Avrupalı kadının gözüne girmeye çalışan Türk erkeği eğlenceli hale geliyor ve yatakta kadının inlemelerini duymadan rahat etmiyor.

Sonra sigarasını yakarken, çocukluğundan beri bulvar gazetelerinde okuduğu haberlerin etkisiyle gururunu okşayacak soruyu soruyor:

"Nasıldım Helga?.."

* * *

Tam üyelik halinde bunun “milli tavır” haline geldiğini düşünün.

Hâlâ Avrupa Birliği'ne karşı mısınız?
(Can Dündar, 22 Aralık 2004)

Altın yıllar...

BİR küçük torbada altınlarınız var diyelim.

Her sene yılbaşı geldi mi küçük torbanın bağcığını açıp, iki parmağınızı içine sokup altın yıllardan birisini harcamak üzere alıyorsunuz.

Ben insanların altınlar azaldıkça niçin sevindiğini anlayamam.

Giderek torbacık hafifler.

Kaç altınımız kaldı bilemeyiz.

Ama azalır.

*

İşte azalan altınlarım...

Elimi yine torbaya sokup, birisini daha çıkartıyorum. Pırıl pırıl, henüz el değmemiş...

Öbürlerini harcadım.

Kendime kırlaşmış saçlar aldım.

Alnımdaki çizgilere verdim, bozdurup bozdurup.

Kaç parlak altın karşılığında bilmiyorum ‘görmüş-geçirmiş’ unvanı verdiler bana.

Altınlarımı vererek aldım o anıları.

Her sene bu zamanlar geldi mi, iki parmağımı özenle küçük torbanın içine daldırıp altınlarımdan birisini çıkarttım ve harcadım.

*

Kimi zaman satıcılar bana kazık attılar.

Kim bilir kaç altın vererek acı aldığımda ‘Ben bunu istememiştim’ diye ağladım.

Altınlar azaldıkça gözleri çabuk doluyor insanın.

Bir hüzün kim bilir kaç altına patlamıştır bizlere.

Tıpkı yetişmiş çocukların, bir sevimli evin, bir uygun arabanın, bir iyi maaşın, iyi dostların bize kaç altına patladığını bilmediğimiz gibi.

Hiç sordunuz mu kendinize:

Kaç altına teyze oldunuz, kaç altındı amcalık, kaç altına geldi abi olmak, kaç altın gitti saygın bir yetişkin olmanız için?...

Kaç altındır o diplomalar, o bilgelik, o deneyimler?

Ya da kaç altına aldınız o sancıları?..

*

Ama altınlar azalır...

Altınlarımı verip alışkanlıklar-dostluklar-sevdalar aldığım için, artık daha çabuk doluyor gözlerim.

Burnumun direği daha çabuk sızlamaya başladı altınlar karşılığında.

Ve ne kadar pahalıymış tüm bunların farkına varmak?

İşte yine zamanı geldi.

Parmaklarımızı birleştirip, küçük torbanın içine daldırıp harcamak üzere bir altın daha çıkartacağız.

Pırıl pırıl...

bcoskun@hurriyet.com.tr

Saturday, 25. December 2004

Gençlik ve bilimsel düşünce

GENÇ okurlarımdan sık sık elektronik mektup alırım. Bazılarını okurken içim ferahlar, geleceğe büyük bir sevinçle bakarım. Okuyan, araştıran, sorgulayan, analiz yapan, eleştiren ve benden kaynak soran mektuplardır bunlar.
Bazıları ise adeta ödev veya tezlerini benim yazmamı isterler...
"Annan Planı konusunda Türk ve Yunan hükümetlerinin görüşü neydi? GAP nedir, hangi aşamadadır?.."
Bunlara cevabım tektir:
"İnternete girerek kendin araştır! Böyle ödevler sizi araştırmaya alıştırmak için veriliyor!"
Bazen de şöyle mektuplar alırım:
"Atatürk Nutuk'ta Lozan'ı nasıl anlatmıştır?.. Anayasa'ya göre TBMM'nin görev ve yetkileri?.. Reşat Nuri'nin Çalıkuşu adlı romanının özeti?.."
Böyle yardım taleplerine de cevabım tektir:
"Aç da oku be kardeşim!"
* * *
BAZEN okurlarıma ben soru sorarım.
Aldığım bazı mektuplar şöyle:
"- Avrupa emperyalist olduğuna göre tek amacı Türkiye'yi sömürmektir!
- IMF tek ülkeyi düzlüğe çıkarmamıştır!
- ABD emperyalizmi irticayı destekliyor, kanıtı 'yeşil kuşak' teorisidir!
- Emperyalizmin amacı Müslümanları yok etmektir!
- Atatürk tek kuruş dış borç almadan en büyük çağdaşlaşma devrimlerini yapmıştır!
- 250 milyonluk Türk dünyası Türkiye'nin liderliğini bekliyor."
Böyle yazan okurlarıma da tek bir cevabım vardır:
"Bahsettiğiniz bu konuda hangi kitapları okudunuz?!"
Onları okumaya davet etmemin etkisi olur mu, bilmem.
Bildiğim şudur: Okumak için zihinlerde bilgi açlığı yaratan soru işaretlerinin, şüphelerin, merakların olması lazımdır.
Halbuki 'kesin inançlı'lar kaba gözle gördükleri olayların kendilerini "doğruladığı"nı zannederler ve şüphe duymadıkları için araştırmaya da ihtiyaç hissetmezler.
* * *
ARİSTO'YA göre alev ve sıcak gazların yükselmesinin sebebi, güneşten geldikleri için tekrar güneşe kavuşmak istemeleriydi. Katı cisimler de, asılları olan toprağa kavuşmak için düşüyordu!
İki bin yıl süreyle insanlar her alev ve dumanının yükselmesini, her katı cismin düşmesini Aristo'nun "doğrulanması" zannettiler, hiç şüphe etmediler.
Düşme olayının sebebinin yerçekimi olduğunu 17. yüzyılda Newton gösterdi. 19. yüzyılda öğrendik ki, sıcak gazların yükselmesinin sebebi güneş sevdası değil "termodinamik kanunları"dır.
Hitler, her Yahudi'yi gördüğünde 'Yahudi komplosu' teorisinin "doğrulandığını", Lenin her ticari markayı gördüğünde kendi 'emperyalizm' teorisinin "doğrulandığını" sanmamış mıydı?
Çok okumuşlardı ama bu gözle okudukları için, kitaplardan sadece kendilerini "doğrulayan" soyutlanmış verileri aldıkları için "şüphe" duymamışlardı.
"Doğrulanma" duygusunun yarattığı 'körleşme'ler, bilimsel teorilerde bile olabilir. Kaldı ki, bilimden bağımsız değer yargılarımız vardır. Onun için tek bir "bilimsel dünya görüşü" yoktur, çeşitli görüşler, akımlar, felsefeler vardır, olmalıdır da...
Ama hiç okumadan, araştırmadan, okusa bile "metotlu düşünme" anlayışına sahip olmadan "keskin hükümler" vermek, bu çağda üniversite öğrencisine yakışmaz. Hele de "prof" unvanlı bazı zevata hiç mi hiç yakışmaz.

Taha Akyol 25.12.04 Milliyet

Ara

 

Vesaire

Ç ç Ğ ğ İ ı Ö ö Ş ş Ü ü

»» Türk Harfleri Çevirmeni

»» Bize Ulaşın
»» RSS:Başlıklar

Arşiv

May 2024
Sun
Mon
Tue
Wed
Thu
Fri
Sat
 
 
 
 1 
 2 
 3 
 4 
 5 
 6 
 7 
 8 
 9 
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
 
 
 
 

Sıcağı sıcağına

https://static.twoday.net/ yilmaz/images/DX07N_4UMAAC zhh.jpg
https://static.twoday.net/ yilmaz/images/DX07N_4UMAAC zhh.jpg
zehni - 9. Mar, 17:18
von Blogger zu Blogger
Würdest Du mir ein Interview geben? Ich schreibe unter...
ChristopherAG - 5. May, 01:06
Su akıyor ve ben gidiyorum...
Sonra fark ettim ki Su akıyor rüzgar esiyor Yağmur...
zehni - 15. Apr, 13:42
Sana..
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana Mey süzülmüş...
zehni - 15. Apr, 13:32
Görenlere Aşk ola
Asik olan ummana düser vay vay vay Hayvan gelir insan...
zehni - 25. Dec, 16:15
İnek nasıl kaşınır?..
İNEĞİN köydeki Atatürk büstüne sürünmesi ve büstü devirip...
zehni - 26. May, 20:22
Takvimlerden haberin...
GECELER DÜŞMAN Söz - Beste : Adnan Ergil Takvimlerden...
zehni - 26. May, 20:19
DİNİ YİRMİ KURUŞA SATMAYANLAR
Londra'daki caminin yeni imamı şehre gitmek için hep...
zehni - 10. Apr, 12:48
UPANİŞADLAR
İnsanlığın en eski felsefe eserleri. 4000 yıl önce,...
zehni - 17. Mar, 18:20
YEM BORUSU
Görmüyoruz sanmayın içyüzünü işlerin, O doğru duruşların...
zehni - 14. Mar, 13:02

Users Status

You are not logged in.

Durum

Online for 7145 days
Last update: 15. Jul, 02:03

turkey




Get Firefox!
Get Thunderbird!

CiDDi CiDDi
FUCKUELTE HAYVANI
gayriciddi
KOESHEM
OKUMUSH CHOCUK
SHARKI ve SHIIR
ya$ayarak
Profil
Logout
Subscribe Weblog