pen36 header icon36

OKUMUSH CHOCUK

Wednesday, 22. October 2008

Meyhane kültürü

meyhane1

Meyhane kültürü Liman kültürünün bir parçası olarak süregelmiştir.
Çünkü gemiciler indikleri limanda bekardır ve içerek geçirecekleri vakitleri ve nakitleri vardır.

Türkler İstanbul'u ve Galata'yı aldıkları zaman zaten liman olan bu şehrin meyhaneleri de dünya ölçülerindeydi. 16. Yüzyıl yazarlarından Kastamonu'lu Latifi "Tarifname-i İstanbul" adlı eserinde İstanbul meyhanelerinin özellikle Tahtakale'de toplandığını, Galata'nın ise "serapa meyhane" olduğunu kaydeder.

Müslüman halk genel olarak içki konusundaki dinsel yasaklara bağlıydı ama, Müslüman olmayanların adetlerine karışılmazdı. Galata başta olmak üzere gayrimüslümlerin yoğun olduğu mahallelerde birçok meyhane vardı ve bu meyhanelerin müşterilerinin bir kısmını kaçamak yaparak gelen Müslümanlar oluşturuyordu. Keyif için içilip yenilen yerler olan meyhaneler de bütün işyerleri gibi lonca düzenine bağlıydı.

Fatih'in saltanat dönemi (1451 - 1481) İstanbul'un imarıyla ve yerleşimi ile geçmişti. Oğlu II. Beyazıt (1481 - 1512) zevk ve eğlenceye düşkünlüğü, dolayısıyla sanatı teşvik etmişti. Bu dönemde meyhaneler fazlalaşmıştır. II. Beyazıt'ın oğlu Yavuz Selim (1512 - 1520) sırasında meyhaneler daha da fazlalaşmış, sarhoşluk İstanbul'da daha da yaygınlaşmıştır. Sultan Süleyman (1520 - 1566) taht'a çıktıktan sonra içki kullanımını yasakladı. II. Selim zamanında (1566 - 1574) Damat İbrahim Paşa ve çevresinin de teşvikiyle meyhaneler yeniden açılmış zevk ve eğlence dönemi yeniden başlamıştır. Nitekim 7 Ekim 1573'de Müslüman mahallelerine dahi meyhane açıldığı bildirimine karşılık bunun durdurulması için ferman çıkartılmıştır.

Saray hamamındaki bir zevk aleminde düşerek yaşamını yitiren II. Selim'den sonra tahta çıkan oğlu III. Murat zamanında (1574 - 1595) 13 Mart 1576'da çıkartılan ferman ile Müslüman mahallelerinde olmaması kaydı ile meyhaneler yine işlevlerine serbestçe devam ediyorlardı.

III. Murat bu defa Müslümanların Hiristiyan mahallelerindeki meyhanelere dadandığına bizzat şahit olunca içki yasağı koydu (14 Mart 1583). Ancak, bir süre sonra askerlerin içki içme yasağı, askerlerin dayatmaları sonucunda kaldırılınca asker olmayanlar da içki içmeyi sürdürdüler.

Komutan içkiyi yasakladı ve duvara "Alkol öldürür" diye yazdırdı. Ertesi sabah, bu yazının altına bir cümle eklenmişti:

"Asker ölümden korkmaz".

Eremya Çelebi Kömürcüyan 17. Yüzyılda İstanbul Tarihi adlı kitabında Kasımpaşa'yı anlatırken :

"İleride Yahudi evleri ve onların iki tarafında "oda"lar görülür. Bu evler sahildedir ve altlarında dükkanlar vardır. Burada misafirler için balık pişirilir ve onlara turşu ve kurutulmuş mersin ve morina balıkları ikram edilir. Yahudi kasapları ve MİSKET ARAK'ının (Rakının) satıldığı koltuklar da oradadır."

Anlamaktayız ki şimdinin benzerleri boğaz lokantaları eskiden haliç kıyısında yer alırmış. Ve 17. Yüzyılda rakı hem de misket üzümünden yapılma olarak bu evlerde demcilere sunulurmuş. Büyük büyük büyük dedemiz aşağıda demini aldıktan sonra belki de yukarıdaki odalara çıkardı.



İstanbul meyhaneleri bulundukları yerlere, sahiplerine, dükkanın üzerine ünvan levhası yerine asılan tahta veya madeni kayık, kule, hançer gibi alameti farikaları, ya da içinde havuz fıskiye bulundurma özelliklerine göre adlandırılırlardı. Söz gelimi: Hançerli, Kürkçü Hanı, Yahudi, Kandilli v.s. Bu alametlerden bazıları Yeniçeri ocaklarının alametleriydi. Bu meyhanelerin akşamcı müşterileri ve semtlerine göre Yeniçeri akşamcıları "Dayı" ünvanıyla herkesten daha fazla hürmet görürlerdi. Tersanecilerle topçular Kasımpaşa'dan Fındıklı ve Salıpazarı'na kadar uzanan meyhanelerin müşterileriydi. Kayıkçı, hamal, tellak takımı ve İstanbul'un baldırı çıplak külhanileri bu meyhanelere giremezdi; uğrasalar da meyhane akşamcılarının bulunmadığı zamanlarda ayakta içip giderlerdi. Bu meyhanelere "Gedikli Meyhaneler" denirdi. Abdülaziz döneminin sonlarına doğru bunlara "Selatin Meyhaneler" denmeye başlandı. Meyhane gedikleri kurulduktan sonra ayak takımının gittiği yerler "Koltuk Meyhanesi" denilen kaçak yerler, gizlice içki satan ara sokak bakkalları ve manavlarıydı. Koltuk meyhanelerinin bir kısmı ise "Kibar koltukları"ydı. Buralara evine içki sokmayan memur ve katip takımı gelirdi.

Karısı : "Ya ben, ya rakı" demiş.
Adam hamal çağırıp, rakıları yatağa taşıtmış ! ..

Ayak takımı için küçük "koltuk"lardan başka bir de "Ayaklı Meyhaneler" vardı. Ayaklı meyhaneler seyyar içki satıcılarıydı; çoğunluğu Ermeni'ydi. Bunların dükkanı, tezgahı, fıçısı, ustası, sakisi kendisiydi. Bellerine ucu musluklu, rakı veya şarapla doldurulmuş gayet uzun bir koyun bağırsağı sararlar, sırtlarında bir cüppe, cüppe'nin iç cebinde de bir kadeh olurdu. Omuzlarına da alamet olarak birer peşkir atarlardı. Ayaklı meyhaneler en çok Bahçekapı, Yemiş İskelesi, Galata ve civarında dolaşırlardı. Müşterilerini gördükleri zaman etrafı kollayacak bir bakkal veya manav dükkanına girer, kuşağının arasından kadehi doldurup peşisıra gelen müşterisine vücudunun sıcaklığıyla ısınmış içkiyi sunarlardı. Kadehi bir yudumda yuvarlayan baldırı çıplak ayyaş, bir üzüm tanesini ya da mevsimine göre bir başka meyveyi meze yapardı. Çoğu da elinin tersiyle ağzını silip gider, buna da "yumruk mezesi" denilirdi.

İstanbul'un gedikli meyhaneleri mutfaklarının temizliği ve aşçılarının da özellikle balık ve et yemeklerindeki hünerleri ile meşhurdu. "Gediklilerin sunduğu külbastı ve etli yaz türlüsünü (güveç) konak aşçıları yapamaz" denilirdi. Gediklilerin geniş ve yüksek tavanları genelde direklerle tutturulurdu. Orta direğin dibinde bulunan büyük bir tuzlu balık (sardalya) fıçısı da bu tür meyhanelerin özelliklerinden biriydi. Tuzlu balıklar fıçılarla Malta veya Ege adalarından getirilirdi.

Temizliğine çok dikkat edilirdi meyhanelerin. Bardaklar ve kadehler temiz bezlerle kurulanıp parlatılırdı. Yerler dikkatle süpürülür, sofralar gıcır gıcır silinirdi. Sofralarda akşamcılara hizmet eden uşaklar ve çubuktar çocuklar tertemiz giyinirlerdi. Sofralara toprak şamdanlar koyulur, mumları dikilip hazırlanır, etrafına da meze tabakları dizilirdi. Bir de kütükten oyma tuzluk bulunurdu her sofrada bereket simgesi olarak. Sandalyeler genellikle kısa, ahşap ayaklı olup, oturma yeri hasırdandı.

Gediklilerin tezgah başı müşterileri "dört kaşlı" denilen ve akşamcı olan ağaları, ustaları ile karşılaşıp yüz göz olmak istemeyen esnaf kalfaları ve çıraklarıydı. Fasulye piyazı, lahana turşusu ve kırık leblebi gibi meze ve çerezler tezgah başında sürekli bulunurdu. Rakı ve şarap önce kabaktan, sonraları ise metalden veya camdan yapılmış "karnından işeyen" ibriklerle sunulurdu. Müşteri meyhaneye geldiğinde masa meze tabaklarıyla donatılmış, içki kadehleri yerleştirilmiş olurdu. Meyhanecinin masaya buyur etmesi ile ısınan fakat ancak masadaki mumu yaktıktan sonra başlayan bu demlenme saatler sürerdi. Masaya müşteri oturduğunda hazır bulunan mezeler için para alınmaz, içki ve ayrıca sipariş edilen mezelerin parası alınırdı. Ramazanda meyhaneler kapatılırdı. Bayram arifesinde meyhaneciler gedikli müşterilerinin evlerine midye veya uskumru dolma gönderirlerdi. Buna "unutma bizi dolması" denilirdi.

Meyhane kapanma vakti geldiğinde ise müdavimlerin gönderilmesi ayrı bir meyhanecilik yeteneği gerektirirdi. Masalara eğilerek "yaylanmak vakti" hatırlatılır. "Küfelik" olanlar için dışarıda bekleyen hamallar işe davet edilirdi. Eve gitmek için küfeye ihtiyacı olmak "dut gibi olduğunun" kanıtı olurdu.

Meyhaneci geç vakit meyhaneyi kapayıp evine gitti. Bitkin bir halde yatağına gireceği sırada telefon çaldı.

Telefondaki sarhoş sesi :
- Meyhaneci, dedi. Kaçta açacaksın meyhaneyi?
- Yahu daha yeni kapadım. İstediğim zaman açarım. Hem açsam da seni içeri almam.
Telefondaki sarhoş :
- Ben içeri girmek değil, dışarı çıkmak istiyorum.


Cumhuriyet Meyhanesi

Samatya'dan Yedikule'ye giderken yol üzerinde solda "Safa" meyhanesi işte zamanımıza Osmanlı'nın son döneminden, meyhane yapı şekli ve iç düzenlemesiyle kalmış, yegane meyhane olarak hala faaliyetini sürdürmektedir.

Tütün ve kahve yasağıyla birlikte içki yasağının da en şiddetli uygulandığı dönemin IV. Murat dönemi olduğunu biliyoruz. Gariptir ki, bu padişahın kendisi de tarihimizin namlı içkicilerinden biriydi; ayyaşların piri sayılan Yorgancı Ahmet Efendi'nin oğlu Bekri Mustafa da aynı dönemde yaşadı. Bu dönemde anlatılan ve günümüze kadar gelen fıkraların çoğunda ikisinin adının geçmesi yalnızca rastlantı olmasa gerek !..

Söz gelimi, yine ikisinin arasında geçen sandallı fıkra, hem içkinin etkilerini, hem de dönemin havasını yansıtması bakımından oldukça çarpıcı:

IV. Murat koyduğu yasaklara uyulup uyulmadığını bizzat kendisi kontrol etmeye meraklı bir padişah olduğu için, yine bir gün kıyafet değiştirerek bir sandala biner. Amacı sahil şeridinde içki içilip içilmediğini kontrol etmektir. IV. Murat'ı tanımayan sandalcı arada bir cebinden bir şişe çıkartıp yudumlamaya başlayınca, padişah sorar:

- "Nedir o içtiğin ? "

Sandalcı Bekri Mustafa'nın ta kendisidir; kendini kolay ele vermez.

- "Kuvvet şurubu" der. "Ben bundan iki yudum çekince kendimi aslan gibi hissediyorum. Kürek çekmek vız geliyor".

- Padişah tadına bakmak isteyince, Bekri Mustafa,

nasılsa denizin ortasındayız, bizi kim yakalayacak, diye düşünüp şişeyi uzatır.

Padişah iki yudum alır almaz, kükrer :

- "Bre zındık ! Bu şarap. Şarap içmeyi yasakladığımı bilmiyor musun ?

Bekri Mustafa şaşırır :

- "Sen kimsin ki, içkiyi yasaklıyorsun ?" der.
- "Ben IV. Murat'ım !.." yanıtını alınca, Bekri Mustafa küreği kaptığı gibi ayağa fırlar.
- "Şimdi atarım seni denize, daha iki yudum aldın, kendini IV. Murat sanmaya başladın. İki yudum daha alsan, Dünyayı ben yarattım diyeceksin".

İstanbul... Türkiye'nin kültür, sanat ve eğlence başkenti...

Ve eğlence hayatı denilince de ilk akla gelen elbette meyhaneler olmakta. Şimdi sizlerle İstanbul'da meyhanelerin tarihine kısa bir yolculuğa çıkacağız...

Öncelikle "meyhane" sözcüğünün Farsça'dan geldiğini ve "şarap içilen yer" anlamına geldiğini belirterek başlayalım söze.

İstanbul'da meyhanelerin tarihi Bizans'a kadar dayanmakta. Bizans döneminde şehrin çeşitli semtlerinde meyhaneler bulunmaktaymış. Şarap içilen bu meyhaneler Osmanlı döneminde giderek çoğalmış. Osmanlı padişahlarının çeşitli dönemlerde koydukları "içki yasakları"na rağmen, "inadına" yaşayan mekânlar olmuş, meyhaneler.

Osmanlı döneminde, Kanuni Sultan Süleyman, I.Ahmet, IV.Murad ve III.Selim tarafından içki yasağı konulmuşsa da meyhanelerin azalması bir türlü mümkün olmamış. Reşat Ekrem Koçu içki yasağını şöyle anlatır:

"Memleketimizde devir devir konulmuş, şiddetle takip edilmiş, göz yumulup unutulmuş, sonra tekrar konulmuş ve son zamanlara kadar devam etmiş yasaklardan biri alkollü içkiler yasağıdır. Hattâ Cumhuriyet devrinde bile, 1946 ve 1950 bir dereceli mebus seçimi günlerinde yirmi dört saat için içki yasağı konulmuştur.”

İçki yasağı bahsini IV.Murad döneminde geçen bir fıkra ile noktalayalım. Reşat Ekrem Koçu'dan aktarıyoruz:

"İçki yasağının en amansız devri, IV.Murad zamanı olmuştu. Ne kadar garip bir tesadüftür ki ayyaşların piri Bekri Mustafa da o devirde yaşamıştır.

(...) Mustafa Üsküdar iskelesinde kayıkçılık yaparken, bir gün Sultan Murad ile Sadrazam Bayram Paşa tebdil gelirler ve mahsus koca ayyaşın kayığına binerler, sahilden bir hayli açılınca, kayıkçı rakı destisini dikip birkaç yudum içer.

Sultan Murad:

- Baba destiyi uzat, bir yudum su da ben içeyim! der.

Mustafa, güler:

- Sen içemezsin oğul, içindeki su değil, rakı! der...

Padişah:

- Niye içemeyelim? deyince

-Tahammül edemezsiniz, belli olur, hem kendinizi hem beni yakarsınız!.,

der. Beriki ısrar edince destiyi uzatır...

Yol aladursunlar, desti elden ele dolaşır...

Bir ara Sultan Murad:

- Baba, sen Padişah yasağından korkmaz mısın?., diye sorar...

Bekri Mustafa:

-Korkarım, amma Padişah beni burada nerden görecek? der.

Padişah:
- Ya ben haber verirsem? deyince
- Veremezsin, sen de içtin, kellelerimiz beraber düşer! cevabını verir.

Bunun üzerine çakır keyf olan hükümdar:
- Ya ben Padişah, bu adam da Sadrazam Bayram Paşa ise!.,

deyince, Bekri Mustafa kürekleri bırakıp kahkahayı atar:
- Seni köftehor... Ben demedim mi tahammül edemezsin diye!. Şunun şurasında iki yudum rakı içtiniz, biriniz Padişah, biriniz vezir olmağa kalktınız!, der!"

Osmanlı'da meyhane denilince Galata gelirmiş akla... Eski Galata meyhanelerini Orhan Türker'in Galatadan Karaköy'e isimli kitabının "Galata Meyhaneleri" bölümden birlikte okuyalım:

"Reşat Ekrem Koçu, Galata meyhaneleri için şunları yazmıştır:

Yakın zamana kadar halkın çoğunluğu Rumlarla Frenklerin teşkil ettiği Galata, İstanbul'un fethinden bu yana yüzyıllar boyunca meyhanelerin çokluğu, büyüklüğü hepsi Rum milletinden meyhanecilerinin de işret erbabının keyfine uygun hizmetleri pek iyi bilmeleri ile meşhurdu!' (...)

I.N.Karavia'nın 1933 yılında İstanbul'da Rumca olarak basılan "Allote Ke Tora" isimli kitabında Galata meyhanelerinden şu şekilde söz edilmektedir: "Eski Galata'da çok sayıda meyhane vardı. Meyhanelerin egemenliği tabiatıyla akşam saatlerinde başlardı. Meyhaneler o zamanın kanunlarına göre alaturka saatle 1.30'a kadar açık kalabilirlerdi. Bu saat aşılırsa ağır cezalar vardı. Ancak meyhanecinin açgözlülüğü ya da müşterilerin bir türlü gitmek istememelerinden dolayı kanuni süre çok zaman aşılırdı. Bu meyhanelerde çok miktarda duziko (rakı) ve mastika (sakız rakısı) tüketilirdi. Kapanma saatine yakın meyhaneci son mezeleri getirip hesapları toplardı. Bu son meze genellikle pastırma veya sahanda kaşar peyniri olurdu. Son mezenin servisi müşteriye kibarca gitme vaktinin geldiğini hatırlatırdı."

1830'ların İstanbul'unda Yedikule, Samatya, Kocamustafapaşa, Langa, Kumkapı, Fener, Balat, Galata, Ortaköy Arnavutköy, Tarabya, Büyükdere, Çengelköy, Üsküdar ve Kadıköy meyhaneleriyle ünlü olan semtlermiş...

Bu dönemde meyhanelerde genellikle şarap içilirmiş... Rakının yavaş yavaş şarabı gerilerde bıraktığı yıllar 1850'li yıllar olmuş. Meyhaneler şarap içilen yerler olmaktan çıkarak, çoğunlukla rakı içilen mekânlara dönüşmüş.


İstiklal Meyhanesi

O yılların meyhanelerini bir İstanbul aşığı olan yazar Sermet Muhtar Alus şöyle anlatmakta, "Eski Meyhane Alemleri" başlıklı yazısında:

"Yenikapı'daki Sandıkburnu ile Langa'daki Maksud'un meyhanesini unutmak kabil midir? Sandıkburnu o vakitler, devrin kibarlarının rakı içtikleri yegâne yeridir. Yazın, mehtaplı gecelerde, yüz elli metre kadar denize doğru uzanan salaş gazinolar hıncahınç dolar, oturacak yer bulunamazdı. Bunların içinde Artin'in gazinosu, mezelerin nefaseti itibariyle en mükemmellerinden ve en çok müşterisi olanlardandı. Hele damadı Aris'in yaptığı fasulye pilakisi ile ciğer tavasının emsali yok. Seyyar mezecilerden Onnik de buranın maruf simalarındandır! "

1920'lerdeyiz... işgal altındaki İstanbul'da araştırma yapan Amerikan Bilim Heyeti'nin yazdıklarına göre İstanbul'daki birahaneler ve meyhaneler uluslar itibariyle gruplara ayrılmış.

On sekiz ulustan insanın işlettiği toplam 257 lokanta, 31 kafe, 471 birahane arasında örneğin, İngilizlerin bir lokantası; Rumların 171 lokantası, 26 kafesi, 444 birahanesi; Çekoslovakların 2 lokantası; Almanların 2 lokantası; Ermenilerin 13 lokantası, 1 kafesi, 15 birahanesi bulunurken Türklerin ise 35 lokantası ve 4 birahanesi mevcutmuş.

Geldik Cumhuriyet dönemine...
Bu dönemde Galata'daki meyhaneler yavaş yavaş kapanmış, Beyoğlu'nda ise yeni meyhaneler açılmaya başlanmış. Asmalımescitte, Çiçek Pasajı ve Krepen Pasajı içinde 1930'lardan itibaren açılan bu meyhaneler 1960'lı yıllara kadar popülerliğini yitirmemiş.

Haldun Taner'in "dünyanın en civcivli meyhanesi" olarak nitelendirdiği Çiçek Pasajı, 1978 yılında çökene kadar popülerdi. Banker Hristaki Zografos Efendi tarafından 1876 yılında "Cite de Pera" adıyla yaptırılan ve sonradan "Çiçek Pasajı" ismini alan bina; 18 lüks daireden ve Paris modasına uygun bir tarzda döşenmiş 24 dükkandan oluşmaktaydı.

Haldun Taner şöyle anlatmıştı pasajı.
"Çiçek Pasajı, sade Beyoğlu'nun değil, belki dünyanın da en civcivli meyhanesi idi. Her Tanrı'nın günü bu pasaj sabahın yedisinden gecenin yarısına kadar her çeşit insanla dolar taşardı. Yirmi kadar meyhanenin içi, fıçıların masa olarak kullanıldığı kaldırımları, pasajın ortasındaki boşluk, Balıkpazarı ve Beyoğlu kapılarına sıralanmış seyyar karidesçi, kokoreççi ve midyeciler günün hiçbir saatinde müşterisiz kalmazlardı. Müşterilerin hepsi birbirinden renkli, canlı ve çelişkendi, iflah bulmaz esrarkeşle snob aydın, sırıtık turistle karamsar sanatçı, ipini koparmış aylakla çiçeği burnunda asistan, dejenere mirasyedi ile ağır işçi, burada dirsek dirseğe kafa cilalarlardı"

Çiçek Pasajı denilince, Degüstasyon'u anmadan geçmek mümkün değil elbette. Edebiyat tarihimizde özel bir yeri olan Degüstasyon eski bir İtalyan lokantasıydı. 1940'lı yıllarda edebiyatçıların, sanatçıların uğrak yeri olan Degüstasyon'u, "Canan ki Degüstasyon'a gelmez, Fakirhaneye hiç gelmez" mısrasını oturduğu masada yazıveren Orhan Veli'yi ardımızda bırakıp devam edelim.

Şimdi var olmayan ama yine İstanbul meyhaneleri tarihinde özel bir yeri olan Krepen Pasajı'na gelince; pasaj 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında inşa edildi. Kunduracıların topluca bulundukları bir pasaj iken meyhaneleri ile ünlendi. Sonra bu güzel pasaj yıkılarak yerine sıra sıra sahafların bulunduğu Aslıhan Çarşısı yapıldı.

Geldik, günümüzün Beyoğlu meyhaneleri denilince ilk akla gelen sokağına, Nevizade'ye...

1980'lere kadar üç beş meyhanenin bulunduğu bu sokak, Krepen Pasajı'nın yıkılmasından sonra oradaki meyhanelerin de taşınması ile giderek meyhaneler sokağı oldu.

Sokaktaki meyhaneler arasında Krepen'deki İmroz meyhanesi 1941 yılında Krepen Pasajı'nda Tanaş ile Ispiro Usta'nın kurduğu İmroz'un bugünkü sahipleri Krepen'deki İmroz garsonlarından Yorgi Okumuş, Mustafa Yıldırım ve İrfan Kara.

Eski Rum meyhanelerinin meze ve servis geleneğini devam ettiren İmroz'un yanı sıra Boncuk, Neyle Meyle, Asırlı, Çağlar, Keyif, Çardak, Demgâh sokağın popüler meyhanelerindendir. Sokağın bitiminde bulunan Mini Meyhaneyi, sokağın en küçük ancak en sevimli meyhanesini de unutmadan geçmeyelim...

1980'lere kadar üç beş meyhanenin bulunduğu bu sokak, Krepen Pasajı'nın yıkılmasından sonra oradaki meyhanelerin de taşınması ile giderek meyhaneler sokağı oldu.

Balıkpazarı'ndan ayrılmadan sokağın sonunda yer alan ve tarihi Cumhuriyet kadar eski olan Cumhuriyet Meyhanesi'ne de bir uğrayalım. Her zaman olduğu gibi, dolu...

Tünel'e doğru uzanalım artık... Arada Kallavi'ye ve Garibaldi sokağındaki Garibaldi'ye bir selam verdikten sonra Asmalımescit Sokağı'ndayız... Sokağın başında Fikret Adil'in ünlü kitabından ismini alan Intermezzo karşılıyor bizi. Eskiden meyhanelerin bol olduğu bir sokak olan Asmalımescit'de iki meyhane var ki, akşamcıların, rakıyı sevenlerin uğrak yeri. İlki Refik Restoran, Refik Arslan tarafından 1954 te açılmış. 1938'de İstanbul'a gelen Refik Arslan hâlâ müşterilerine hizmet etmekte...

Refik'i arkamızda bırakıp Asmalımescit'in ikinci ünlü meyhanesi, Yakup 2'ye doğru ilerliyoruz. Yakup 2'nin sahibi Yakup Arslan, Refik Restoran'ın sahibi Refik Arslan'ın yeğeni. Yakup'u Rize'den Asmalımescit'e getiren de amcası Refik, 1975'de İstanbul'a gelip amcasının meyhanesinde çalışan Yakup, sonra Yakup 1'i ve ardından 1982'de Yakup 2'yi açıyor. Yakup 1 artık yok... Yakup 2, kimilerine göre entelektüel meyhanesi, kimilerine göre ise eski İstanbul Rum meyhanelerinin devamı...

Beyoğlu'ndaki meyhane turunu hızla bitirdikten sonra Meyhane denilince akla gelen bir başka semte, Kumkapı'ya geldik.

Bizans, Osmanlı ve yakın zamana kadar yoğunlukla Ermeni ve Rumların yaşadığı bu semt, uzun zamandır meyhaneleri, balıkları ve eğlenceleriyle ünlü bir semtimiz. O eski meyhaneler ve meyhaneciler artık yoksa da, gelenek devam etmekte. Kumkapı şimdilerde boydan boya meyhane...

İstanbul'un yaşayan en eski ve tanınmış meyhanelerinden birisi Kör Agop'dur. Kumkapı'nın en gözde meyhanelerden biri olan Kör Agop'u 1938 yılında Agop Usta açmış. Meyhane kültürüne terbiyeli balık çorbasını, sıcak fasulyeyi katan Kör Agop'un ölümüyle meyhaneyi önce oğlu Hayko işletmiş. Günümüzde de torunu Daniel tarafından işletilen Kör Agop, Ermeni ve Türk mutfağının en seçme lezzetlerini bir arada sunmaya devam ediyor.

Diğer meyhaneleri, daha doğrusu diğer balık lokantalarından bazılarını da, unutmadan sıralayalım: Neyzen Balık Restaurant, Kumkapı Balık Lokantası, Denizkızı Restaurant, Fener Balık Restaurant...

Evet, ne yazık ki yazı bitmekte ancak biz daha ne İstanbul meyhanelerinin belli başlıcalarından, ne meyhane âdetlerinden, ne mezelerinden, ne de eğlencelerinden, sazlı sözlü fasıllardan söz edemedik. Bunlar da başka bir yazının konusu olsun...

Bir kusur ettiysek affola !

Deniz Gürsoy

Kaynak: Çilingir Sofrasında Rakı [Oğlak Yayınları]

Tuesday, 8. May 2007

herakleitos


aynı nehirde asla iki kez yıkanamazsın

Thursday, 8. March 2007

balık ve süt

Bizim milletimiz asla süt içtikten sonra balık yemez -ya da tam tersi- Zehirleneceğini ve öleceğini düşünür. Öyle değilmidir? Siz öyle düşünmüyormusunuz? Halbuki hiçbir insan bunu yaptığında kesinlikle zehirlenmez. Ama yediğiniz yiyecek bozuksa o başka gel gör ki bu durum bütün gıdalar için geçerlidir. Dünya da balık ile sütü bir arada tüketmeyen. İkisini birden yediğinde zehir yemiş gibi olan tek millet vardır; Yahudilerdir. Onların şeriatına (tabii ki Tevratına göre) deniz ürünü ile hayvansal ürünü bir arada yemek haramdır. Hatta mutfaklarında deniz ürünleri ve hayvansal ürünler için kullandıkları çatal, bıçak, kaşık dahi ayrıdır. Kestikleri yer de ayrıdır. Biz Müslümanlar için domuz yemek, alkol içmek ne kadar haram ise onlar içinde balık ile beraber süt içmek o derece haramdır yasaktır. İşte bu acayip alışkanlık ve batıl inanç bize Yahudilerden geçmiştir. Bizim dinimizde böyle bir yasaklama olmadığı gibi her iki gıda da Kuran da övgüyle bahsedilmişlerdir.

[alintidir]

Friday, 23. December 2005

Osmanlıca Sözlük

Osmanlıca Sözlük

Friday, 1. July 2005

Laz'lar ve Laz'ca (III)

Pontos'luların geleneksel ve toplumsal yapıları
Pontoslar'ın, her iki tarafta yaşayanları, kısmen dil hariç aynı kültürü paylaşmaktadırlar. Burada biraz kültürel ve karakterik benzerliklerden bahsetmek gerekirse, bunları şöyle sıralamak mümkündür: Genelde kumraldırlar, saç renkleri kestane veya sarışındır. Uzun burunludurlar. Aile içinde otoriterdirler. Sosyal ilişkilerde anarşiktirler. Büyüklerine saygılıdırlar. Her zaman kendi işinin patronu olmaya çalışır, başkalarına memurluktan hoşlanmazlar. Çok misafirperverdirler. Aşırı derecede duygusal olduklarından, kolay etkilenirler. İhtiyaç sahibi kişilerin ellerinden tutar, kendilerinden iyi olanını kıskanırlar. Rekabetçi özelliklerinden dolayı, her konuda adeta yarışırlar. Çok çalışkan ve üretkendirler. Gece hayatını ve her türlü eğlenceyi çok severler. Horon tepmeye bayılırlar. Çeşitli bayram ve panayırları vardır. Müzik aletleri başlıca Kemençe, Kaval, Davul, Zurna ve Tulumdur. Geleneksel giysileri, aynıdır. Çocuksu huyları yüzünden, hayatlarını programlayamazlar. Organizasyonları zayıftır. Sohbetleri teatriktir. Çok fıkra anlatırlar. Konuşurken çok gülerler. İnatçı olduklarından, akıllarına koyduklarını sonuçta zarar bile olsa yaparlar. Vatanlarına, dünyanın en kötü yeri bile olsa, çok tutkundurlar. Kendi aralarında sık kavga yapar, dışa karşı birbirlerini tutarlar. Çok sinirli olmalarına rağmen, kısa sürede sakinleşirler. Sır tutmaz, bildiklerini tanıdıklarıyla paylaşırlar. Dedikoduyu çok severler. Küçük bir sorunu büyütür, dev yaparlar. Türkçe şiveleri, Türkiye de yaşayan diğer halkların şivesinden farklıdır. Örneğin ( B) harfini P gibi yaparlar. Büyüğe, Peyuk gibi. (C) harfini daha sert Tz Tzami gibi. (Ç) yi Ts Tsoluk Tsotzuk gibi. (D) yi T Dursuna, Tursun gibi. (G) yi K geliyorum'a, Keluyurum gibi. (I) yi I ya da U Kıyıya Kiyi, Kalıp'a Kalup gibi. (J) yi C jilete Cilet gibi. (Ö) yü O, Ömere Omer gibi. (S) yi hafif S gibi şasırdım'a Sasurdum gibi. (İ) yü u, İçü Uç gibi yaparlar. Çünkü B, C, D, G, I, J, Ö, S, U harfleri, Helence alfabede bulunmamaktadır.
Ayrıca yüzlerce anekdotları ve 300'ü aşkın tiyatro eserleri vardır.
...

Kaynak: bkz.




Laz'lar ve Laz'ca (III)
Laz'lar ve Laz'ca (II)
Laz'lar ve Laz'ca (I)

Wednesday, 29. June 2005

Laz'lar ve Laz'ca (II)

Pontos'un Adı
Pontos, Karadeniz'in bilinen en eski adıdır. Eski Helence olup, kelime anlamı denizdir. Helenistik çağda Karadeniz'e verilen ilk ad, hırçın dalgalı olduğundan, hırçın deniz anlamına gelen "Aksenos Pontos''tu. Fakat Helenler'in geleneklerinde mevcut olan, kötü bir şeye veya bir yere iyi bir ad koyup onun iyileşmesini bekleme adetleri çerçevesinde, Karadeniz'in dalgaları sakinleşir inancıyla adı değiştirilerek uslu deniz anlamına gelen ''Efksinos Pontos'' yapıldı. Süreç içinde, Helen toplumu arasında ''Efksinos Pontos'' sözcüğünün ilk kelimesi az kullanılır olunca Karadeniz'e sadece Pontos denilmeye başlanmış ve günümüze kadar böyle sürüp gelmiştir. Bugün bile tarihçilerin, Karadeniz'i anlatırken en yaygın olarak kullandıkları ad Pontos'tur.

Karadeniz'de Helenizm'in ilk izleri
Birçok tarihçinin araştırmalarına göre Helenler'e Karadeniz'de mitoloji döneminde rastlanmaktadır. Helen mitolojisinde anlatılan bazı hikayeler, tarihin babası sayılan Heredot'un ve döneminde uluslararası çıkarların söz konusu olmadığını da göz önüne alırsak, Pontos'tan bahsetmesi ve Pontos Helenleri'ni anlatması, ayrıca, Pontos Helenleri'nin Homeros'un şiirlerine konu olması, Ksenofon'un Anavasis kitabında Pontos ve Pontoslular'ın yer alması, yine Helenistik çağda Olimpus'un oniki tanrılarına Pontos'ta inanılması, Visarion, Stravon ve Diyojen gibi Helen bilim adamları ve filozoflarının Karadeniz'de yetişmesi, çeşitli tarihi eser ve sikkeler gibi, daha birçok tarihi bulgu, bilgi ve belge, tarihçilerin bu konudaki açıklamalarına örnek olmaktadırlar.

Helenler'in Karadeniz'de kurdukları devletler
Helenler'in Karadeniz'deki varlığından, yani tarihsel bulgulara göre, MÖ 1100'den MÖ 380'e kadar kurdukları şehirlerin her biri, otonom bir yapıda yönetiliyordu. Pontos, daha sonraları kısmen Persler'in etkisi altına girdi. Bazı Pers tanrıları, Pontos'ta tanınır ve inanılır hale geldi. Bu tanrılardan biri olan Mithra'nın, bugünkü Trabzon'un Boztepe semtinde tapınağı yapılmıştı. Mithra'nın öğrencileri anlamına gelen Mitridatlar'dan Mithridatis Amisos Pontos'u tamamen bağımsız ve tek devlet ilan ederek, MÖ 363 yıllarında Pontos Krallığı'nı kurdu. Mithridatis Amisos, Samsun'u başkent yaparak Karadeniz'deki kentleri, tek bir merkezi yönetim çatısı altında topladı. Megas Aleksandros'un Persler'e karşı harekatından sonra Pontos, tamamen Persler'in etkisinden kurtulmuş oldu. İkinci olarak, Bizans döneminde, Latinler'in İstanbul'a sefer düzenlemelerinden sonra, Komnenoslar'ın soyundan olan ve Bizans'a imparatorluk yapmış olan, Andronikos'un oğulları Aleksios ve David, Gürcistan'daki teyzelerinin yanına sığındılar. Teyzeleri o zamanlar, Gürcistan'ın kraliçesiydi. Bunlar daha sonra teyzelerinin yardımıyla, Gürcistan'dan paralı asker toplayarak, Karadeniz'e girdiler ve Pontos'un belli bir kısmını, Bizanslılar'dan kurtarıp, 1204'de Aleksios imparator
olmak üzere, Trabzon Rum İmparatorluğu'nu kurdular. Bu arada Samsun, Sinop, Sivas gibi bazı şehirler, Karadeniz'de kurulan bu imparatorluğun egemenliğine girmekten kaçındılar ve Bizanslı yöneticileriyle kaldılar.



Laz'lar ve Laz'ca (III)
Laz'lar ve Laz'ca (II)
Laz'lar ve Laz'ca (I)

Tuesday, 28. June 2005

Laz'lar ve Laz'ca (I)

(Kazım Koyuncu'nun anısına)

Lazlar kendilerini Lazi olarak adlandırırlar. Kendilerine Türkçe Laz, Gürcüce Cíon denilir.

Genel Sayılar
Genel nüfus sayımı: 1945'de 46 bin 987 kişi
Lazca konuşanlar: 1965 26 bin 007 kişi
Anadili Lazca olanlar: 59 bin 101 kişi
İkinci dili Lazca olanlar: 1975'de
Doğu Karadeniz Bölgesi'nde yaklaşık: 90 bin
Batı Karadeniz Bölgesi'nde: 25 bin
1983'de 250 bin Lazca konuşan vardır.

Dil
Lazca (Lazuri nena), Karvelia ya da Güney Kafkasya dillerinin Zan ya da Kolkian kolunda Mingreli ile birlikte sınıflandırılır; bu yüzden Gürcü dili ve Svancayla akrabadır. Lazca ve Mingreli dili birbirine oldukça benzer. Arhavi ve Batı'da oturanlar ile Hopa ve Gürcistan'dakiler farklı lehçe gruplarını kullanırlar. Bu dil, yaygın bir şekilde yazılı hale gelmiştir, fakat Fahri Lazogluî (1984) Türkçe fonetik alfabeye ve Dumeil'in transkripsiyon sistemine dayanarak bir alfabe yaratmıştır. Bunun yerine Gürcistan'da yazım dili olarak Gürcü dili kullanılır. Yazılı kayıtların bulunmamasına karşın, yerel bir Laz şiiri geleneği vardır. Hemen hemen tüm Lazlar iki dil bilirler; Türkçe'nin Trabzon lehçesinin yaygınlık kazanması Lazca'yı tehdit edici bir hal almıştır. Lazca'ya Türkçe'den girmiş bir sürü sözcük vardır, deniz ve tarımla ilgili az da olsa Rumca sözcüklere rastlanmaktadır.

Lazlar'da Yerleşim ve Nüfus
Lazlar, Güney Batı Kafkasya'nın otokton halklarından biridir. Bu bölgenin coğrafi ve tarihsel bir uzantısı durumunda olan Karadeniz'in Güney-Doğu Bölgesi'nde yerleşiktirler. En eski yerleşim alanları Çoruh Vadisi (Batum) civarıdır. Zaman içinde Batı'ya doğru genişlemişler ve bugünkü Rize'nin Pazar (Atina), Ardeşen (Atírasini), Çamlıhemşin (Vija), Fındıklı (Vitze) ve Artvin iline bağlı Arhavi (Arkabi/Arxave), Hopa (Xopa) ve az sayıda olmak üzere Borçka'ya yerleşmişlerdir. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan dolayı çok sayıda Laz, Marmara Bölgesi'nde; İzmit, Sakarya, Adapazarı, Akçakoca, Bolu, Düzce, Yalova, Karamürsel, Sapanca, Balıkesir ve İstanbul gibi şehirlerde yaşamaktadır. Gürcistan sınırları dahilinde Batum yakınlarındaki bazı köylerde (Sarpi gibi) ve Abhazya'ya doğru sahil bölgelerinde beş bin civarında Laz yaşamaktadır. Batum'da yerleşik çok sayıda Laz ise Osmanlı-Rus Savaşı'nda Türkiye'nin Batı bölgelerine göç etmiştir. Türkiye'de '70'lerle birlikte başlayan iç göç hareketlerinden kaynaklı olarak yoğun bir Laz nüfus büyük şehirlere, hatta tüm Anadolu'ya yayılmıştır. Almanya'da da iki bin civarında Laz yaşamaktadır. Laz otokton coğrafyasında yaşayan nüfusun en az iki katı büyük şehirlerde yaşayan Laz nüfus vardır. Bu aynı zamanda göç oranını göstermesi açısından önemli bir veridir. Lazlar ve Lazca'nın Cumhuriyet sonrası durumunu göstermesi bakımından Devlet İstatistik Enstitüsü'nün nüfus sayımlarına ilişkin rakamlarına dayanarak Türkiye'deki anadillerin oransal dağılımında Lazca'nın yerine bakalım:
1927: Lazca'ya yer verilmemiş.
1935: Binde 39
1940: Lazca'ya yer verilmemiş.
1945: Binde 25
1950: Binde 34
1955: Binde 13
1960: Binde 8
1965: Binde 8
Bu kaynağa göre, tüm nüfus içinde anadili Lazca olanların oranı gittikçe azalmaktadır.
1935-1965 arasında geçen 30 yılda anadili Lazca olanların genel nüfusa oranı beş kat azalmıştır. 1990'lar itibari ile Laz nüfusunun bir milyon civarında olabileceği tahmini yürütülmektedir.

Lazlar'ın Kısa Tarihi
Lazlar'ın tarihi MÖ 8. yüzyıla kadar uzanır. Bu tarihe ait Urartu yazıtlarında ilk kez 'Kolheti' adından bahsedilmektedir. MÖ 3. yüzyılda yaşamış olan Rodoslu Apollonius 'Argo' adlı eserinde Kolheti ve Kolhlar hakkında bilgi vermektedir. Yapılan bilimsel çalışmalar, Kolheti'nin de içinde bulunduğu bölgenin Eski Taş Devri'nden beri insanların yaşam alanı olduğunu göstermiştir. Kolheti kültür alanının sınırları batıda Psov Nehri, kuzeyde Kafkas Sıra Dağları, doğuda Suram etekleri ve güneyde de Karadeniz'i izleyerek Trabzon'a kadar (Güney Batı Kafkasya) uzanmaktaydı. MÖ 6. yüzyılda kurulan Kolheti Devleti ise Karadeniz kıyısındaki Gagra civarından Çoruh ağzına kadar olan bölgeyi kapsamaktaydı. Kolheti kültürü Megrel-Laz, Abhaz ve Gürcü halklarının süreç içinde yarattıkları ortak bir kültür olarak tanımlanmaktadır. Laz adından Pilinius'un 'Naturalis Historia' (MS 79-23/24) adlı eserinde ilk kez bahsedilmektedir. Kolheti kültür ve yönetiminin bulunduğu bölgede MS 3. yüzyılda Gürcüler'in ve Abhazlar'ın 'Eğrisi', Romalılar'ın ve Bizanslılar'ın 'Lazika', dedikleri krallık ortaya çıktı. Kolheti Krallığı'nın mirasçısı olduğu çeşitli Helen kaynaklarınca belirtilen Lazika Krallığı, dönemin büyük devletleri olan Roma/Bizans ve Pers imparatorluklarının rekabet ve savaş alanına dönüştü. Bu döneme ilişkin ayrıntılı bilgiler 6. yüzyıl Bizans tarihçisi Prokopius'un 'Savaşlar' isimli eserinde anlatılmaktadır. 8. yüzyılda Bizans-Pers savaşlarından dolayı gücünü yitiren Lazika Krallığı tarih sahnesinden silinmiş oldu. 1204'te Latinler'in İstanbul'u işgal etmeleriyle zaafa uğrayan Bizans İmparatorluğu, Lazlar üzerindeki etkinliğini yitirmiş oldu. Yeni egemen Kraliçe Tamara idi ve kurulan Trabzon Krallığı'nın başında Tamara'nın akrabası Prens David Komennon vardı. Bizans devletine 1453 tarihinde Sultan Mehmet tarafından son verilmesiyle, Lazlar için yeni bir tarihsel serüven başlamış oldu. Ardından 1461 senesinde yine Sultan Mehmet, Trabzon Krallığı'nı ortadan kaldırdı. Ancak Lazlar'ın Osmanlı egemenliğine girmeleri 1515 yılına rastlar. Osmanlı idaresi süreç içinde Lazlar'ın Müslüman'laşmasını sağladı. Laz yerleşim birimleri idari bölgelere ayrıldı ve her birinin başına dışarıdan tayin edilen bir derebeyi getirildi. Bu derebeyleri Cumhuriyet döneminin ortalarına kadar bölge halkını sömürmeyi sürdürdüler. Bu derebeylerinin bazıları halen soy olarak varlığını sürdürüyor ve halen ciddi bir ekonomik güç oldukları söylenebilir. 19. yy'da 1814-1817, 1818-1821, 1832-1834 yılları arasında bölgede Osmanlı yönetimine karşı geniş çaplı isyanlar ortaya çıkmıştır. 1851'de Acara Bölgesi, Yukarı Gurya ile birlikte yeni kurulmuş olan Lazistan sancağına bağlandı. 1877-78 Osmanlı- Rus Savaşı'nda Batum'un Ruslar'ın eline geçmesiyle sancak merkezi Trabzon'a alındı. 1925'te yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, Lazistan sancağını lağvetti.
Lazlar hakkında kısa bir genel bilgi vermeye çalıştık, son yıllarda Lazca müzik kaydadeğer ilgi toplamakta, başta Birol Topaloğlu olmak üzere Zugaşi Berepe müzik grubu, gençlerin sevgisini kazanmıştır. Birol Topaloğlu kasedinde Lazca müzikle ilgili olarak şunları söylüyor: "Uzun yıllar oldu Laz müziğine sahip çıkılmayalı ve unutulanları hatırlamayalı. Yüreğimizle, aşkımızla ve çalışma azmimizle ortaya çıkan ilk albüm Heyamo'nun ardından, aynı aşk ve heyecanla ürettiğimiz bu albümle, müziğimizi sahiplenmeyi, hatırlatmayı ve gelecek nesillere bırakabileceğimiz büyük bir mirasa sahip olduğumuzu göstermeyi ve elbette Türkiye'nin kültür zenginliğine katkıda bulunmayı amaçladık."
Albümü hazırlarken Laz müziğinin temelde insan sesine dayalı oluşu gözönüne alarak, komali seslerin en doğal haliyle kalmasına, Lazlar'ın yaşadığı coğrafyadaki doğal seslerin aktarılmasına ve yer yer geleneksel müzik yapımız içerisinde olan çok sesliliğin kullanılmasına önem verilmiş, bu amaçla da, özellikle vokal kullanımı ve orkestrasyon üzerinde titizlikle çalışarak, otantik yapı korunmuştur.
Albüm, Türkiye'deki ve Gürcistan'daki Lazlar'ı, özellikle de Birol Topaloğlu ve büyük Laz sanatçısı Helimisi Xasan'ın derleme ve araştırmaları üzerine kuruldu. Derlemelerin birçoğu, insan sesine (akepella) dayalıdır. Bunun yanında tulum ve kemençe ile yapılan derlemeler de bulunmaktadır. Ancak tulum ve kemençenin beş sesten (perdeden) oluşması. Genelde Laz müziğini pentatonik müzik biçiminde sınırlamıştır. Oysa yapılan araştırmalar Laz müziğinin sınırlarının daha geniş olduğunu göstermiştir. Bu amaçla geleneksel conguri telli sazı, guni, kemençe, tulum ve diğer üflemeli çalgıların yer yer birlikte kullanılması Aravani'ye ve elbette Laz müziğine zenginlik katmıştır. Ayrıca albümde Türkçe sözlerin yeralması, birçok şarkının hem Türkçe hem Lazca olarak söylenmesi her iki dilin birbiri ile olan güçlü bağı nedeniyledir. Yüreğimizdeki büyük aşk ve özveriyle, Kalan Müzik'in desteğiyle oluşan Aravani bizimdir. Biz onu bir annenin yeni doğmuş yavrusunu büyüttüğü gibi büyütüyoruz; Laz müziğini, Laz kültürünü... Aravani Kaçkar Dağları eteklerinde yokuşu ve suyu ile ünlü bir yerdir.



Laz'lar ve Laz'ca (III)
Laz'lar ve Laz'ca (II)
Laz'lar ve Laz'ca (I)

Thursday, 12. May 2005

Lilith (III)

lilith_ishtar

Feministlerin simgesi oldu

Psikanaliz uzmanı ve araştırmacı Siegmund Hurwitz, "Adem ile Lilith arasındaki güç savaşı"nı, asırlarca süren ve babaerkil sistemdeki erkeğin konumu ile kadınların eşit haklara sahip olma talebini temel alan cinsiyetler arası savaşın aynadakı görüntüsü olarak değerlendiriyor.

Aslında ne Antikçağ, ne Ortaçağ ne de onu izleyen yüzyıllarda bu sorun çok önemsendi. Cinsiyetler arasındaki ilişkiyi karmaşıklaştırmaya gerek yoktu: Kadın erkeğin egemenliği altında olmak zorundaydı. Havari Aziz Paulus, "Erkek kadından değil, kadın erkekten yaratılmıştır. Erkek kadının isteklerini değil, kadın erkeğin isteklerini yerine getirmek üzere yaratıldı" demişti. Ne de olsa kadın Adem'in kaburga kemiğinden yaratılmıştı. Bu bakış açısı, kadının yüzlerce yıllık toplumsal konumunu belirleyen ana etkendi.

Kadın, dört büyük dinde de "günah kazanı" olarak görüldü. Bunun nedeni Havva'ya kadar uzanıyor. Yasak meyveyi her ikisi de yemesine rağmen, işlenen günahtaki suçluluk payı eşit değildi: Kandırılan Adem değil, Havva idi. Çünkü, yılanın sözüne inanmıştı. Adem kuşkusuz kanmamıştı, ancak biricik eşi ile ilişkilerini tehlikeye atmak istememişti sadece.

Söz konusu bir günah olsa dahi. Günahkar ve suçlu olan kadındı. Şeytanla işbirliği yapması ve cadılıkla suçlanabilmesi için önemli nedenlerdi bunlar.

Bu dayanaklardan güç alan erkekler, kadınların kişiliğini adeta baskı altına aldılar ve onları kendilerine ait bir mal gibi gördüler. Geçen yüzyıl içinde iyice yoğunlaşan kadın direnişi, buna karşı çıktı. Eşit haklar ve özgürlük için savaşan Lilith'i de kendilerine simgesel figür olarak seçtiler. Lilith'in savaşını başarıyla sona erdirememesi onları yıldırmıyor. Lilith efsanesi, arzuladıkları toplumsal konuma ulaşmak için onları biraz daha kamçılıyor...

0 bir kült...

Lilith İbranice'de "geceye ait olan" anlamına geliyor. Adından da anlaşılacağı üzere, çağlar boyu kadınlara yakıştırılabilecek bütün olumsuz özelliklerin taşıyıcısı olmuş: Baştan çıkarıcı, fahişe, cadı, vampir, cinlerin başı, gece canavarı onun ünvanlarından bazıları. Saf, edilgen, cinselliği ancak yasak meyveyi tadınca öğrenen Havva'nın tersine, başından itibaren gücünün ve cinselliğinin bilincindedir ve yeri gelince kullanmaktan da çekinmez.

Kendi başına buyruk, zapt edilemez, denetlenemez olduğundan, özellikle tek tanrılı din adamlarının sürekli baskı altına almaya çalıştıkları bir kötü kadın örneği, erkeğin kadına ve cinselliğe duyduğu korkunun bir simgesidir aslında. Dolayısıyla ölümlü insanların arasında yeri yoktur. Yeri bilinmeyen, açıklanamayan kötülüklerin geldiği karanlık güçlerin dünyasıdır.
1yi ile kötüyü ayırt etmeyi sağlayan ağacın yasak meyvesinden yemediği için ölümsüz kalmış, cennetin yakınlarındaki bir dağ geçidinde şeytanlarla birleşerek Şeytan'dan “Lilim” adı verilen çocuklar doğurmuştur. Tevrat'ta şöyle yazıyor:

"Ve çölün vahşi hayvanları ile kurtlar buluşacak; evet, gece canavarı orada yerleşecek ve kendisi için istirahat yeri bulacak..."

Sembolik hayvanı baykuştur. Tablo ve heykellerinde, genellikle ay şeklindeki taçla tasarlanmıştır.

Yahudi kadınlar, eşlerinin bu şeytan kadına kapılmamaları için yatak odalarının duvarına bir daire içinde "Adem ile Havva buyursunlar içeri, girmesin kapıdan 11 (LILIT Lilith)" yazıyorlardı. Nümerolojiyle uğraşanlar 11'i, kötülükle yüklü olduğu için korkunç bir sayı olarak kabul ediyorlar. Kabalacılara göre bu sayı, iyi ve güzel olan ne varsa tam tersini temsil ediyor. Günah yüklü, zarar verici ve mükemmel olmayı reddetmiş bir sayıdır bu.

Modern çağlarda Lilith feminizmin simgesi haline geldi. Bu isimde dergiler çıktı, kaleler açıldı, sadece kadın müzisyenlerin katıldığı "Lilith Fair” adlı gezici müzik festivali düzenlendi, "ideal kadın" olarak tanımlanan Havva gibi olmak istemeyen kadınlar, tepkilerini dile getirmek için kız çocuklarına Lilith adını verdiler.

Lilith (I)
Lilith (II)
Kaynak: Focus / Org.-Link

Monday, 9. May 2005

Lilith (II)

Bebeklerin Azrail’i

Adem'in ilk eşi Lilith'e daha sonra 9. ya da 10. yüzyıllara ait "Ben Sira Alfabesi"nde rastlıyoruz.

Metnin ana kahramanı, M.Ö. 600'lü yıllarda yaşadığı sanılan Ben Sira. Yazarının kim olduğu bilinmiyor. Bu elyazmasına göre, Tanrı topraktan Adem ve Lilith'i yaratmıstı.

İlgili bölüm şöyle devam ediyor: "Kısa süre sonra birbirleriyle kavga etmeye başlarlar. Adem'e şöyle der: Ben altta yatmak istemiyorum. Ama Adem: Ben altta değil, üstte yatmak istiyorum. Çünkü sen altta yatacak kişi olarak belirlendin. Lilith ona: İkimiz de aynı haklara sahibiz, çünkü ikimiz de topraktan yaratıldık. Ama ikisi de birbirini dinlemez." Bunun üzerine Lilith gökyüzüne yükselerek kaybolur. Üç meleğin Lilith'i geriye dönmeye ikna çabaları işe yaramayınca, Tanrı Adem için bu kez Havva’yı yaratır.

Bir başka bölümde de Lilith üç meleğe şöyle der: "Ben, çocuklara zarar vermek üzere yaratıldım, doğumdan sonraki ilk sekiz gün içinde erkek çocuklarına ve yirmi gün içinde de kız çocuklarına. (Ama) Yemin ederim: Sizi ya da görüntünüzü bir muska ya da tılsım üstünde görürsem, o çocuğa hiçbir zarar vermeyeceğim." O günden bu yana çeşitli kültürlerde, yeni doğan çocukları kötü kalpli Lilith'e karşı koruması için özel tılsımlar kullanılmaya başladı. Lilith'in halk inanışlarında varlığını yıllarca korumasının ve bir gün gelip de bir şekilde cadılarla ilişkilendirilmesinin nedeni de budur.

lilith2

"Tohum hırsızı"

Lilith efsanesi Ortaçağ'ın başlangıcında, Yahudilerin ezoterik yazması Kabala'da da (Yahudi ruhbanlarının, asırlardır birbirlerine aktardıkları ve Kutsal Kitap'ın "gizli anlamları" ile ilgilenen bir tür okültizm-gizlicilik- ve mistisizm yöntemi) yerini almış. Burada erkekleri baştan çıkaran ve uğursuzluk getiren dişi şeytan olarak tarif ediliyor: "Her tür süs malzemesiyle süslenip cilveli bir kadına dönüşüyor. Onun süsü, gül gibi kırmızı saçları. Sözleri yağ kadar yumuşak, dudakları dünyadaki her şeyden daha tatlı. Ona yönelen ve (afrodizyak olarak yılan zehriyle karıştırılmış) şaraptan içen aptallar onunla zina yaparlar." Ama sonra uyandıklarında onları öldürür ve cehennemin tam ortasına atar. Aslında onun niyeti sadece erkekleri baştan çıkarıp çok sayıda çocuk doğurmaktır.

Kabalacılar İçin Lilith temiz olmayan, fahişe bir kadını simgeliyor. Kabala'daki bir paragrafta, ayrıldıktan sonra Adem'i yeniden baştan çıkardığı yazıyor. İşlediği bu günahtan sonra Adem, 130 yıl cinsel perhizli yaşar. Adem, böyle bir şeyin tekrar başına gelmemesi için, kendini dikenlerle korumaya çalışır. Ancak uyurken Lilith Adem'in üstüne çıkar ve onu uyararak boşalmasını sağlar. Lilith, bunun ardından "insanlığa ceza" olarak adlandırılan yaratıkları dünyaya getirir.

Kabala'nın bir başka yerinde de şöyle yazıyor: "Lilith en sonunda orada burada dolaşarak İnsanoğullarına sarkıntılık eder ve kendi kendilerini kirletmelerini sağlar." Bunun ardından adı "tohum hırsızı"na çıkar.

Kuşkusuz Havva'nın işlediği "günah"tan da o sorumludur. Kabalacıların ana eserlerinden Zohar'da (İhtişam Kitabı veya Işık Kitabı) yer alan efsaneye göre, adet döneminde olduğu halde, Adem'le birlikte olmak konusunda Havva'yı kandıran o yılan ve fahişe Lilith'ti.

Çünkü o hayal gücünü okşuyor...

Lilith'le daha sonra Filistinliler aracılığıyla Yunanlılar da tanıştı. Onu, hayaletler ve diğer hayali görüntüleri yöneten tanrıçaları Hekate'nin kişiliğiyle birleştirdiler. Bu konu Geç Antikçağ'da Yahudi olmayan gnostik akım yandaşlarının da ilgisini çekti. Onlar tarafından yazıya aktarılan bir efsanede, Lilith'in İsrailli peygamber İlyas'ı nasıl baştan çıkardığı anlatılıyor. Lilith ona şöyle der:"Senden çocuklarım var." Ve o yanıt verir: "Benden nasıl çocukların olabilir. Ben bir aziz gibi yaşıyorum." Lilith der ki: "Evet, ama uykunda, rüyalarında sık sık boşaltıldın. Tohumlarını alarak hamile kaldım." Bu metin M.S. 4. yüzyıla ait. Lilith, özellikle bu tarihten sonra hep aynı motifle işlenir. O bir "tohum hırsızı "dır.
Lililth efsaneleri, Hristiyanlık dünyasıyla tanıştıktan sonra, batılıların hayal gücünü harekete geçirdi. Özellikle Kabalacı yazıların araştırılmaya başlaması ile Lilith bütün dünyada tanınır hale geldi. "Kötü kalpli Lilith" her yerde ilgi gördü. Çünkü o, normalde açıklanması ya da kavranması mümkün olmayan şeyleri rahatlıkla üstlenebilecek bir kişilikti. Bu özelliği, onun “cadı”larla özdeşleştirilmesi için gerekli köprüyü oluşturdu.

Ortaçağ'ın sonlarına doğru başlayan ve inanılmaz bir toplumsal histeriye neden olan cadı ve büyücü füryasıyla birlikte, Lilith'in adı da sık sık anılmaya başladı. Ayrıca o, kadınları baştan çıkarma konusunda Şeytan'ın en büyük yardımcısıydı. Artık, kötü amaçlı kullandığı güzelliği ve baştan çıkarıcılığı ön plana çıkıyordu. İnsanlar, bir yandan büyü ve tılsımlarla ondan korunmaya çalışırken, diğer yandan kendilerini onun büyüsünden kurtaramıyorlardı. Böylece. 19. yüzyıla gelindiğindc Lilith ressamlar ve edebiyatçılar için sevilen bir motif oldu. Artık dini kimliğinden yavaş yavaş kurtuluyordu. İngiliz ressam Dante Gabriel Rossetti'nin yaptığı "Lady Lilith" tablosunda bu cadı, Victoria Dönemi'nin güzellik anlayışına uygun olarak tasarlanmış ve gösterişli dekoltesiyle uzun kızıl saçlı, biraz dolgun, etli dudaklarla resmedilmişti.

Edebiyat dünyasına da girince, şeytan kadın kimliği tamamen kayboldu. Artık ona korku ve nefretle bakılmıyor, hatta sempatik bile bulunuyordu. Her ne kadar şurada ya da burada, nahif ruhlu insanlar dikkatli olmak adına tılsımlara güvenmeye devam etseler de, aydın fikirliler kötü kalpli şeytan kadın tiplemesini raflardaki tozlu dosyalara kaldırmışlardı. Hoşa giden ve benimsenen, onun baştan çıkarıcı özelliği de değildi. Lilith'in Adem'in ilk eşi olduğunu anlatan efsaneye odaklanılmıştı. Çünkü bu öykü, insanlık tarihinin başlangıcından bugüne uzanan bir tartışmayı başlatmıştı. Özellikle son yüzyıldır iyice keskinleşen bir tartışmaydı bu: eşitlik, daha doğrusu kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik sorunu.

Lilith (I)
Kaynak: Focus / Org.-Link

Saturday, 7. May 2005

Lilith (I)

Erkek egemenliğini reddeden ilk kadın: Lilith

İnsanlığın öyküsü Adem ve Havva ile başlıyor, öyle mı? Eski bir Yahudi efsanesine gore, bu öykü Adem'le Havva'dan öncesine uzanıyor. Yani Adem'in ilk eşi Havva değil, Lilith adında bir kadındır. Ama, tarih boyunca gizlice aramızda dolaşıp, her kadın-erkek tartışmasında kendini gösterse de onu çok az tanıyoruz.

Sözü edilen efsane şöyle başlıyor: Tanrı topraktan Adem ile Lilith'i yaratır. Mutlu mutlu yaşasınlar diye onları cennete yerleştirir. Ama bu ilk insan çifti bir türlü huzur bulamaz. Sorunları mı? Günümüz çiftlerinin sorunlarından farklı değildir. Adem ilişkide her alanda söz sahibi olmak ister. Ancak Lilith buna karşı çıkar. Özellikle cinsel ilişki sırasında Adem'in hep üstte yer almasını aşağılayıcı bularak itiraz eder. Kendisinin de Adem gibi topraktan yaratıldığını, yani eşit olduklarını savunur. Adem ise kendini, bağışlayan, bereketli gökyüzü; Lilith'i de ürün veren toprağa benzeterek bu şekilde birleşmek konusunda diretir. Adem tavrında ısrar edince, Lilith, birlikte yaşamalarının zor olacağına karar verip Tanrı'nın söylenmemesi gereken adını anarak göğe doğru yükselir. Sahip olduğu olanakları teperek cenneti terk eden Lilith'in yeri artık dışlanmışlar arasındadır. Çevresindeki cinlerle ve cinlerin kralı Şamael (Şeytan) ile ilişkiye girer ve onlardan çocuklar doğurur.

Bu arada cennette yalnız kalan Adem, Tanrı'ya dua ederek Lilith'i geri ister. Tanrı, Sanvai, Sansanvai ve Semangelof isimli üç meleği geri çağırmak üzere Lilith'e gönderir. Meieklere, dönmediği takdirde her gün yüz çocuğunun öldürüleceğini söylemelerini emreder. Ama, o kesinlikle dönmeyeceğini bildirir. Ve tehdit yerine getirilir...

Lilith, duyduğu acıyla bundan sonra bütün hamile ve doğum yapmış kadınların, bebeklerin baş düşmanı olmaya yemin eder. Erkek çocukların doğduktan sonra ilk sekiz gün, kız çocukların ise ilk yirmi gün içinde canını alacaktır. Sadece yakınında bu üç meleğin ismi ya da şekli bulunanlara dokunmayacaktır. Lilith artık kötülerin tarafına geçmiştir.

Bunun üzerine Tanrı Adem'in kaburga kemiğinden Havva'yı yaratır. Bu yeni kadın, Adem'den bir parça olduğu için, ona karşı çıkmayacaktır.

Kötü kadın Lilith

Aslında Lilith hakkında pek çok efsane ve öykü var. Örneğin Talmud'da (Tevrat'ın başta yazılı olmayıp, sonradan yazılı hale getirilen ikinci bölümü) ondan dişi bir şeytan olarak söz edilir. Bu rolüyle bir hayalet gibi yüzyıllarca tarih sayfalarında dolaşır. Kadın ve çocukları hedef alır, erkekleri baştan çıkararak onlara zarar verir. Yaptıkları bunlarla sınırlı değildir. Bir hayalet gibi kadınların beynine girip, erkeklerle eşit haklara sahip olma savaşını günümüze kadar sürdürür. Bazı efsanelerde de cadı suretinde çıkar karşımıza. Lilith'e hepsi birbirinden farklı, ancak hepsi de kötü yakıştırmaların niye yapıldığını anlayabilmek için geriye dönüp, dinler tarihine ve efsanelere bir göz atmak gerekiyor.

Lilith'in geçmişi tek tanrılı dinlerden çok daha önceye, eski Mezopotamya uygarlıklarına kadar uzanıyor. Genellikle Sümer ve Babil mitolojisindeki rüzgar tanrıçası Lilitu ile ilişkilendiriliyor. Lil, fırtına ya da rüzgar anlamına geliyor.

Bir Babil metninde ise, büyük tanrıça İştar'ın tapınak fahişesidir. İştar, eski doğu dinlerinde şehvetli aşkın, tutkunun ve baştan çıkarıcılığın tanrıçası kabul ediliyordu. Bu özellikleri nedeniyle, fahişelerin, özellikle de kült olan tapınak fahişelerinin koruyucu tanrıçasıydı.
Tapınak fahişeliği meşru bir işti. Herodot'un bize ulaşan yazılarında, Babil’de her genç kızın bir kez yabancı bir erkekle cinsel ilişkiye girmek zorunda olduğu bildiriliyor. Ancak, bu tapınak fahişeliği kesinlikle küçük düşürücü bir iş değildi. Babillilerin yabancı erkekleri tanrı olarak gördüğü sanılıyor. Kendilerini onlara teslim eden genç kızlar, simgesel olarak tanrının eşi haline geliyor ve kutsallaşıyorlardı.

lilith

Kötü tanrıçalarla da özdeşleştirildi

Lilith'e ait bazı özellikler Babil'in kötü tanrıçası (belki de dişi şeytanı demek gerek) Lamatşu'da da görülüyor. Lamatşu halk arasında albastı ya da loğusa hastalığı olarak bilinen rahatsızlığın ortaya çıkmasını sağlıyor, hamilelere zarar verip yeni doğan bebekleri öldürmeye çalışıyordu. Lilith'in özellikleri Lamatşu'ya aktarılmış olabilir miydi? Yoksa tersi mi yapılmıştı?

Lilith'in Yahudi efsanelerinde ilk kez ne zaman boy gösterdiği bilinmiyor. Çünkü tanrılar ve efsaneler, eski doğu kültürlerinin birçoğunda ortaklı ya da büyük benzerlikler taşıyordu. Yine de her koşulda, Yahudilerin şeytanla ilgili inanışlarında önemli bir yere sahipti. Erkeklerin aklını başından alan bir şeytan olarak görülüyor ve ondan çok korkuluyordu.

Bu konuda en eski kaynak olan Tevrat'a bir göz atıyoruz. Ancak Tevrat'ta bir tutarsızlık göze çarpıyor. Kutsal kitabın bir yerinde "Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı ve onları erkek ve dişi olarak yarattı" deniliyor. Ancak ilerleyen baplarda yaratma daha farklı anlatılıyor: Tanrı doğuda, Adem'de bir bahçe yapıyor, Adem'i oraya koyuyor ve yalnız kalmasın diye kaburgasından kadını yaratıyor. Talmud'a göre Ademle aynı anda yaratılan bu ilk kadının adı Lilith'tir. Çünkü başka türlü kutsal kitaptaki bu tutarsızlığı açıklamak mümkün değildir.

Kaynak: Focus / Org.-Link

Ara

 

Vesaire

Ç ç Ğ ğ İ ı Ö ö Ş ş Ü ü

»» Türk Harfleri Çevirmeni

»» Bize Ulaşın
»» RSS:Başlıklar

Arşiv

April 2024
Sun
Mon
Tue
Wed
Thu
Fri
Sat
 
 1 
 2 
 3 
 4 
 5 
 6 
 7 
 8 
 9 
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
 
 
 
 
 
 
 

Sıcağı sıcağına

https://static.twoday.net/ yilmaz/images/DX07N_4UMAAC zhh.jpg
https://static.twoday.net/ yilmaz/images/DX07N_4UMAAC zhh.jpg
zehni - 9. Mar, 17:18
von Blogger zu Blogger
Würdest Du mir ein Interview geben? Ich schreibe unter...
ChristopherAG - 5. May, 01:06
Su akıyor ve ben gidiyorum...
Sonra fark ettim ki Su akıyor rüzgar esiyor Yağmur...
zehni - 15. Apr, 13:42
Sana..
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana Mey süzülmüş...
zehni - 15. Apr, 13:32
Görenlere Aşk ola
Asik olan ummana düser vay vay vay Hayvan gelir insan...
zehni - 25. Dec, 16:15
İnek nasıl kaşınır?..
İNEĞİN köydeki Atatürk büstüne sürünmesi ve büstü devirip...
zehni - 26. May, 20:22
Takvimlerden haberin...
GECELER DÜŞMAN Söz - Beste : Adnan Ergil Takvimlerden...
zehni - 26. May, 20:19
DİNİ YİRMİ KURUŞA SATMAYANLAR
Londra'daki caminin yeni imamı şehre gitmek için hep...
zehni - 10. Apr, 12:48
UPANİŞADLAR
İnsanlığın en eski felsefe eserleri. 4000 yıl önce,...
zehni - 17. Mar, 18:20
YEM BORUSU
Görmüyoruz sanmayın içyüzünü işlerin, O doğru duruşların...
zehni - 14. Mar, 13:02

Users Status

You are not logged in.

Durum

Online for 7138 days
Last update: 15. Jul, 02:03

turkey




Get Firefox!
Get Thunderbird!

CiDDi CiDDi
FUCKUELTE HAYVANI
gayriciddi
KOESHEM
OKUMUSH CHOCUK
SHARKI ve SHIIR
ya$ayarak
Profil
Logout
Subscribe Weblog