Kümese müdür aranıyormuş.
Tilki de müracaat etmiş...
Tilki'yi çok beğenmişler, "ne ücret istersin?" diye sormuşlar..
Tilki:
- Ben gülmekten söyleyemiyeceğim
, artık siz ne verirseniz..
demiş....
*************************************
Temel için kız istemeye giderler.
Temel'in babası kızı istedikten sonra kız babası sorar:
- Oğlunizun sigara , içki , kumari var midur?
Temel'in babası cevap verir :
- Hepsi var, bir tek karı eksık!?
****************************************
Lise çağındaki bir çocuk kayıt olurken müdürün dikkatini çeker:
- Oğlum senin adın ne..?
Çocuk-delikanlı:
- Meme-mehmet ... Yaya-yakut .....
Müdür :
- Oğlum sen kekeme misin ..?
Aslanımız akıcı bir türkçe ile
- Hayır hocam, babam kekemeydi, kaydımı yapan nüfus memuru da onun bunun çocuğu......
zehni - 12. Feb, 19:09
Bilinir ki gölgeyi gölge kılan, cisme vuran ışıktır. Işık alan her cismin gölgesi vardır ve gölgeler dünyası bir bakıma ışığın karanlıkla dansıdır. Belki de bu coğrafyada olup bitenler ışık ile karanlık arasındaki bir gölgeler dansıdır. Işık bir imkândır, hakikatleri bulma, yalanları görebilme imkânı... Karanlık bir imkânsızlık... Körlük... Böyle bir toplum olduk yani. Bir o yana bir bu yana salınıp duruyor gölgeler. Sadece birer gölge olarak var olabilenler. Işık! Gökten nur olarak inmiyor. Titrek bir ampul yetiyor. Kim ki bir ampul yakıyor, "ışık" saçmış sayılıyor; umut vaat ediyor, başa geçiriliyor ve hemen onun dibinde kararıp gölgesi oluyor çoğunluk. Belki de "fotofo-bi" sahibi, yani ışıktan korkan, ışıksızlık özlemi çeken gölgeler diyarındayız... İşte bu duygu, gölge olmak istemeyenlerin de içini karartıyor, gölgelerin gölgesinde kalıyorlar, kalıyoruz. Gölge edenlerin ve dahası "gölgelerin gölgesinde" kopkoyu bir azınlıktayız. Ve "Onlar", yani gölge edenler, elbette gölgelerinin kendilerine ait ve kendileri sayesinde olduğunu sanıyorlar. Oysa bu coğrafyada gölge edebilmenin kuralları da bir tuhaftır: Gölgeler kendilerini gölge edenleri ve kendilerine gölge edenleri bizzat seçiyorlar, gölge edilmekten başka ihsan istemiyorlar.
yazinin tamami
http://www.birgun.net/bolum-73-yazar-67.html
zehni - 28. Jan, 19:34
...ve çöl tavuklarına yem olur sevdalı düşlerin... affetmezsin...
"Ben berberim, saç keserim... tek bildiğim bu benim... kimi çok az kestirir saçlarının ucundan, kimi kendi kıvırır burmalı maşalardan... ustam, saçları hadım etmelere yasaklar koydu çoktan... bizim buralarda, berberlerin namus borçları vardır birbirlerine... biz 'maşayla' saç kıvırmayız... dükkanlarımızın sözcüsü, bunu yasak belletti... çok zorda kalırsak şayet, parmaklarımızı kızgın ateşlere atar, öyle kıvırırız saç tellerini... burada "maşa" yasak... adanın selameti için... bir de sazımıza teller ekleriz artan kırık uçlardan... müşteri karşı çıkmaz genelde... kimi sırf bunun için gelir bize... 'saçlarıma bir türkü yak...' der... ısmarlama olmaz bu işler, usta karar verir buna... hem kim istemez ki saçının bir teline türküler yakılmasını... susan başlarla işimiz olmaz bizim... bizim buralarda, haysiyet dedikleri, saç tellerinden sorulur... çöl tavuklarının esamesi okunmaz bu adada... zaten istesek de bu iklimde üremelerini sağlayamayız... bizim ada, dalgalı denizlerden... sizin adada rüzgar ters eser olmuş... mülteciler buradaydı önceki gün... artık burada kalacaklar... sizin oralarda türkü yakanları ateşlere atanlar bile olmuş... görsek de inanmayız... biz parmaklarımızı kurban verirken ateşlere, onca saç telinin kırıklarından bile türküler yakabilmek niyetine, sizin adada kara bakışlı zalim dişiler ve erkekler üremiş, tüm özgür rüzgarlara hasret saçları susturmak için... sizin oralarda türküler, tek ömürlük canları elinden alınanların ardından söylenir olmuş... sizinkisi, çölde 'dikenli öksüz balığı'ya-şatmaya çalışmak gibi bir şey olmuş... keşke çöl tavuklarına önlem alsaydınız önceden... ben berberim, saç keserim... adanın türkülerine göz dikeni bağışlamayız... ellerimiz kömürden ... ustam, saçları hadım etmelere yasaklar koydu çoktan...si-zin usta, diyorum...sizin usta, nerede?..."
Bizim usta, yok... hiçbir şeyin ustası yok benim adamda... cilveli ayetler dört dönüyor meydanlarda... darağaçlarma sürgün çizmeler dikiyorum keçeden, kanatarak mavi düştü avuçlarımı... aynı uzuvlara sahip olduğum ötekiler yüzünden, utançların en korlu hallerini yaşıyorum bedenimde... çöl tütsüleriyle efsunlanmış adamın kıyıları, üzgün balıklarla dolu yine... bu hayatın, sadece erkeklerden ve iştahlı bedenlerden ibaret olduğunu düşünenlerin komşusu-yum... bu hayatın, yalnızca iki bedenin birbirini hiç dinmeyen bir açlıkla avuçlamaktan ve dişlemekten ibaret olduğu gerçeğiyle yaşayan azgın dişilerin gölgesiyim... bu hayatın, gördüğü her kadın ya da erkeği iğfal etmekten ibaret olduğu kirli bakışlı "ötekilerin" alay konuşuyum... kendimi sokaklara vuruyorum... kutsal kitaplar taciri, zillerin; şalların ve güllerin sokaklarında yeni vaazlar veriyor... ben güllerden vazgeçtim, çocukluğumun kaldırım taşlarını arıyorum...
"sen acıtmazsın... hiçbir zaman acıtamazsın... göğsüme bıçak soksan bile acıtamazsın... sende ben var çünkü..." diyerek dalıp gidiyor dirsekleri yamalı gölgem, uzaklara... ve son cümleyi ellerimin arasına, yalnızlığımın yenik düşürülen suskun acılarına bırakıyor... "insan, kendi kendini acıtabilir mi..." "acıtır" diyebilmek istiyorum... saklamadan gerçeği... insan en çok, kendi kendini acıtır..."...
önceleri istemeden olur bu, önce dizlerin kanar... küçük kazalara emanet bırakırsın o ince, taze deri parçasını... ağlarsın... sonra annen gelir, düştüğün o yeri, ayağının takıldığı o taş parçasını döver... ve vazgeçer ağlamaktan, gözlerin... suçlu, ne kadar sert bakışlı da olsa, yalnızca bir taş parçasıdır... rahatlarsın... bilirsin ki, taş susar... ve küçük diz kapaklarındaki tülden ince o deri, kendini çabuk toparlar... kendini bu denli süratle iyileştiren tek taze yaradır, gençliğin... fark etmezsin...
kimi annelerin, yavrularının tökezleyip de düştükleri yerleri ve taşları dövdüğü tek memlekettir sözünü ettiğim yer... belki budur çoğunu cesur ve meydan okuyan karşı duruşlardan alıkoyan... ve yavrusunu yara aldığı taşlardan sakınmayan, taşlardan ağıtlar yakıp da dizlerini dövmeyen, bana "yaşayabilmek" cesaretini vermekten yorulmayan şiir gözlü bir masaldan anneye sahip olabilmektir, benim bahtım... belediyeler ilk önce kaldırım taşlarını henüz hiç eskimemiş "eskileriyle" değiştirerek başlarlar gösterilerine... gerçekte henüz adımlarının sıcaklığını bile tanımayacak kadar yeni kaldırım taşlarına küskün büyütülürsün ara mahallelerde... ara verilmeksizin değiştirilen kaldırım taşlarından cephaneler yaratırsın... ve öfkeyle karışık hallerinin öteki yüzüyle tanışırsın... adımlarının senden koparıldığı bir adaya bırakılmışındır... birileri hiç durmadan seni yabancı kılmaya çalışır adanın yollarına... sen ille de kendi eski taşlarını sektirmek istersin yarınlarına yazdığın masallarda... ama sadece sıradan bir "taştır" sözünü ettiğin... sonra şeklini ilk defa gördüğün bir başka taş atar biri sevdalı yüreğine... bir ömür boyu değiştirdiği kaldırım taşlarının tutkulu hikayeleriyle gelir sana... ve her fırsatta "eskimeyen" öteki unutulmaz aşklarıyla vurur yorgun yüreğini... küçücük sevdalı bir çift güvercin olabilmek düşünü alır kimsesiz avuçlarının arasından... oysa o son büyülü taşa, yalnızca dört elle sarılabilmektir senin imkansız düşün... cebinde sayısız renkte ve milliyette eski taşlarla gelmeye devam eder ve kurak hüzünlere salar seni son asfalt tamircisi... eski taşlardan yeni haberler getirir usanmadan... senin cebin hiç onunki kadar karmaşık ve vazgeçilemeyen eskilerle dolmamıştır... sevda fakiri ilan edilmişsindir çoktan... ve günün birinde "yeni" kaldırım taşlarına "küçük mektuplar" bile yazar, senin artık can veren bedeninin üzerinden damlayan kum rengi mürekkeple... acımasız bir yabancının sapanından atılan taşlarla, defalarca vurulmayı seçen sensindir... bir zamanlar küçücük ayaklarının burkulup da dizlerini kanatan o ilk yarayı açan kaldırım taşlarının hiçbir suçu olmadığını çok geç öğretir hayat sana... fark etmezsin... en son sen duyarsın, ustanın öldüğünü... ve çöl tavuklarına yem olur sevdalı düşlerin... affetmezsin...
denizasli@gmail.com
zehni - 27. Jan, 12:42
Horoz, önünde naz yapmak için kaçan, sıra nihayet kendisine geldi diye, dünden razı tavuğu kovalarken çiftçinin karısı elinde yem torbasıyla çıkagelmiş.
Horozun tavuğu kovaladığı istikametin tam aksine bir avuç mısır tanesi atmış..
Horoz, anında tavuğun peşini bırakıp mısır tanelerine doğru uçmuş.. Kenardan olanları seyreden bir köy delikanlısı "Tanrım.." diye dua etmiş.
"Ne olur beni böyle bir tercihe mecbur edecek kadar aç bırakma!."
zehni - 6. Jan, 21:53