pen36 header icon36

OKUMUSH CHOCUK

Monday, 10. January 2005

İLKÇAĞ - FELSEFE ve TRAGEDYA - II.BÖLÜM : İLK ÇAĞ YUNAN FELSEFESİ

II.BÖLÜM : İLK ÇAĞ YUNAN FELSEFESİ

Birtakım yazarlar, Yunan felsefesinin doğuşunu "ani" bulduklarından, bunu bir mucize diye niteleme yoluna gitmişler. Ancak buna katılmak pek gerçekçi olmaz. Nitekim Yunan kültürü ve yaratısı arasındaki koşutluk hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bu çerçeveden baktığımızda, Yunan toplumunda, Hesiodos zamanlarında başlayan sosyal değişim zorunlu olarak bireyi logos'a çağırmıştır. Bu durumun, Yunan toplumlarının birbirinden ayrı ve bağımsız yaşamalarından da kaynaklanabileceği unutulmamalıdır. Yunanistan'da bilimsel felsefenin doğuşu, Hesiodos'un öncüllüğünü yaptığı Peri Physeos (doğa üzerine) yapıtlarıyla başladı. Bu eserler, doğanın, evrenin bilimsel bir tablosunu çizmek için yapılmış ilk denemelerdi. Dolayısıyla dini-mitolojik dünya tasarımlarından ayrılan ilk felsefe yazılarıydı. Yunan felsefesini dönemlere ayıracak olursak; ilk dönemde doğaya, duyular evrenine yöneldiği görülür. İkinci aşama, insana karşı ilginin arttığı, tanrı, insan ve doğanın bir bağlantı içerisinde kavranmak istendiği bir dönemdir. Klasik anlamda yunan felsefesinin son evresini de Aristoteles'le başlayan, bilimlerin bağımsızlaşması ve sistemleşmesi oluşturmaktadır.

Doğa Felsefesi

İlk 'arınmış' felsefe kıpırtılarını İonia'da ve özellikle de Miletos'da görürüz. Miletli filozoflar, kendilerinde önceki şairlerin, dünyanın oluşumunu açıklamak için ileri sürdükleri efsaneleri ve tanrıları bir yana bırakarak bu soruna daha rasyonalist bir açıklama getirmeye ve her şeyin kaynağı olan temel unsurun (arkhe) ne olduğunu araştırmaya çalışmışlardır. Sorularına cevap bulmak için basit bir gözlem metoduna başvuran bu filozoflar, doğayı ve doğa olaylarını incelemişlerdir.

THALES (İ.Ö.624-545) : Miletli olan Thales'e felsefenin babası denmektedir. Onu böyle nitelemelerinin sebebi; doğa görüşünü deneye ve bu deneyleri düşüce ile işlemeye dayatmak istemesi, buna girişmesidir. Thales, arkhe'yi su olarak kabul eder. Her şey sudan gelmiştir. Yeryüzü su üzerinde, sonsuz okeanos üzerinde yüzmektedir. Burada açıkça mitos etkileri sezilmektedir. Nitekim,daha sonra sorulan "peki bu maddeden nasıl oluyor da evrenin çokluğu ortaya çıkıyor ?"sorusunun cevabını henüz Thales'de bulamayız. Çünkü henüz hylozoizm(canlı madde anlayışı) hakimdir. Canlı derken, Miletli filozoflar, maddeyi kendiliğinden canlı olarak algılamışlardır. Bu madde (arkhe) kendiliğinde değişebilir, değişik biçimlere girebilirdi.

ANAKSİMANDROS (İ.Ö.610-547) : Thales'in öğrencisi ve arkadaşı olan Anaksimandros, her şeyin kaynağını aperionla, yani sonsuzlukla açıklar. İlk Peri Physeos yapıtını o yazmıştır. Arkhe kavramını felsefeye getiren de odur. Anaksimandros, arkhe'sini aperon la açıklamakla, evrenin karmaşık olaylarını, tek ve yalın bir temele oturtmaya çalışmıştır. Gerçekteki çokluğu düşüncede birliğe ulaştırmak istemiştir. Anaksimandros' u tam bir düşünür yapan da budur.

ANAKSİMENES (İ.Ö.580-525/520) : Milet okulunun son düşünürü olan Anaksimenes, arkhe'yi hava olarak nitelendirir. Bu görüşü ilk başta Anaksimandros'a göre bir gerileme gibi görülebilir. Ancak Anaksimenes'in bununla felsefeye getirdiği iki şey önemlidir. Birincisi psykhe kavramını getirmiş; ruh nasıl insanı ayakta tutuyorsa havanın da aynı şekilde evreni ayakta tuttuğunu söylemiştir. İkinci olarak da canlı ve cansız madde arasında ilk defa olarak bir ayrıma gider. Nesnelerin çokluğu nasıl meydana geliyor sorusunun cevabı böylece Anaksimenes'de belirmeye başlar. Ona göre hava yoğunlaşma ve gevşemelerle çeşitli nesnelere dönüşmektedir. Anaksimenes ile Milet okulu son bulmuş olur. İ.Ö.494 yılındaki Pers işgali buna sebep olan bir etkendir. Ancak İonia felsefesi kısa zamanda doğduğu şehrin sınırlarını aşmayı bilmiştir. Nitekim Herakleitos, Pytagoras ve Xenophanes gibi düşünürler Miletlilerin öğretilerini biliyorlardı.

HERAKLEİTOS (İ.Ö.540-480) : Yapıtları güç anlaşılan, Efesli bir filozoftur. Ona göre varlığın kaynağı ateştir. Anaksimenes'in hava'sından pek farkı yokmuş gibi görünse de temelde yeni bir düşünüş izlemiştir Herakleitos. O, ana maddeyi kalıcı, kendi kendiyle özdeş görmemiş; evrenin sürekli bir akış, sonu olmayan bir değişim içerisinde olduğunu ve bu değişim içerisinde hiçbir şeyin değişmeden kalamayacağını söylemiştir. Duyular evreninde sabit kalan bir şeylerin olduğunu sanmamız; değişimin, LOGOS'a, yani akıl ve düzene dayanıyor olmasındandır. Bu tanrısal akıl-logos- açıklamasıyla Herakleitos, Miletlilere göre daha sağlam bir Pantheizm kurmuş olur.,

XENOPHANES (İ.Ö.570-475) : Xenophanes, tanrıların insan gibi düşünülmesine (antropomorphizm) karşı çıkmış; polyteizmi (çok tanrıcılığı) ve orphik kültünün bir öğretisi olan ruh göçünü kabul etmemiştir. Xenophanes, sonradan Elea okulunun kurucusu olan Parmanides'in hocalığını yapmıştır.

PARMANİDES (İ.Ö.515-445) : Yalnızca bir filozof değil, devlet adamı, kanun koyucu olarak da önemli roller almıştır. Zenon'la birlikte Atina'ya gitmiş, henüz genç olan Sokrates'le tanışmıştır. Öğretisinde, Anaksimenes, Xenophanes ve Pytagorasçılardan etkilenmiştir. Ancak bütün bunların yanında yeni düşünüşlere de rastlarız. Parmanides, diyalektik düşünceye (salt kavramlarla düşünmeye) bir kapı aralamıştır. Bu yüzden Yunan mantığının ve diyalektiğinin babası sayılır. Ona değişim diye bir şey yoktur, varlık süreklidir. Değişim gibi görünen şey yalnızca görünüştedir. Arkhe, Parmanides'te 'bir olan' varlığa dönüşür. Bu 'bir olan varlık' kendisinden önceki filozoflardaki gibi, Parmanides'te de cisimsel nitelikte bir şeydir. Kendisinden önceki filozoflar, deney ve düşünmeyi bir arada götürürken; Parmanides, salt düşünce ile mutlak gerçeğin peşine düşmüştür. (Parmanides'in varlık düşüncesi,Herakleitos'un felsefesine bir polemik teşkil eder.)

ELEA'LI ZENON (İ.Ö.490-430) : Düşüncenin düştüğü çelişmeler öğretisi anlamındaki diyalektiğin yaratıcısıdır. Hocası Parmanides'in 'Bir Olan Varlık' görüşünü destekleyici düşünceler geliştirmiştir. Bu amaçla Çokluğu ve hareketi niçin yok saymamız gerektiği üzerine birtakım söz ispatlarında bulunur. Akhilleus ve Kaplumbağa hikayesi ile Havaya Atılan Ok'un Durağanlığı örneği bunların başlıcalarıdır.

PYTHAGORAS (İ.Ö.580-500) : Pytagorasçı felsefe, Yunan felsefesinin başlangıç aşamalarından itibaren oluşmuştur ve Sokrates öncesi öğretiler arasında en uzun yaşayanıdır. Bu felsefe, VI.yy.'ın ortalarında oluşmuş olan ve temelini Dyonisos'dan alan Orphik dininin etkisinde kalmış, tümtanrıcılığa dayanan bir tarikat niteliğinde çıkar karşımızda. Matematik ve musiki ile ilgilenmitler; sayıları arkhe olarak kabul etmitlerdir. Pytagorasçı felsefeye, Aiskhylos'u etkilemiş olması bakımından ilerde tekrar, ayrıntılı olarak döneceğiz.

EMPEDOKLES (İ.Ö.492-432) : Cisimlerin bölünemeyen ve algılanamayacak kadar küçük unsurlardan (rizomata) oluştuğunu söyler. Böylece Empedokles'le birlikte felsefeye öğe kavramı girmiş olur. Bu öğeler Empedokles'te 4 tanedir. Hava, su, ateş ve toprak .. Ancak bu dört öğe, Parmanides'in varlık'ı gibi değişmez tözlere sahip olduğundan bunların, kendilerini harekete geçirecek bir dış etkene ihtiyaçları vardır. Empedokles'e göre bu etken 'sevgi ve nefret'tir.

ANAKSAGORAS (İ.Ö.500-428) : Empedokles'le temelde aynı görüşleri paylaşan Anaksagoras, ondan, ana öğelerin sayısı konusunda ayrılır. Ona göre duyular evreninde ne kadar çeşitlilik varsa o kadar ana madde (sperma) vardır. Ayrıca Empedokles'te gördüğümüz, mitsel-edebi niteliği olan hareket ettirici etken(sevgi ve nefret), Anaksagoras' da Nous'a (evrensel erek-telos) dönüşür.

DEMOKRİTOS (İ.Ö.460-370) : Ona göre evrende hiçbir şey tesadüfi değildir. Bütün tabiata mekanik bir zorunluluk hakimdir. Kısaca hareket ettirici etken burada zorunluluk olmaktadır. Evrendeki her şey, atom denen ve bölünemeyen küçük moleküllerin hareketleriyle açıklanabilir.

İnsan Felsefesi

Yunan felsefesi doğa ile ilgilenmeyi bırakmış (her ne kadar keskin bir çizgiyle ayıramasak da) başlıca insan sorunlarıyla uğraşan bir hal almıştır. İ.Ö.V.yy.ın ortalarında ortaya çıkan bu gelişmenin felsefe dışındaki nedenlerine bakılınca, o zamanların Yunanistanı'nın geçirmekte olduğu siyasi-ekonomik kalkınmanın yer aldığı görülür.Pers savaşlarında üstün bir rol oynayan Atina, bu kalkınmanın ağırlık merkezi olmuştur. Felsefi gelişmenin merkezi de böylelikle, İonia ve G.İtalya bölgelerinden Atina'ya geçmiştir. Artık Yunan düşüncesi en parlak ürünlerine burada ulaşacaktır.

SOFİZM : V. yy.ın ortalarında Atina'daki demokratik gelişime bağlı olarak belli bir yetişme gereksinimi doğmuştur. Bundan dolayı da bilgi, pratik-sosyal bir değer, bir güç olmuştu. Demokratikleşen Atina'ya, şimdiye kadar verilen eğitim yetmiyordu. Herkes, bu yeni duruma ayak uydurabilmek, bunda bir rol oynayabilmek için daha çok bilmek istiyorlardı. Bu da "başarılı yurttaş nasıl yetişir?" sorununu, bir eğitim sorununu ortaya çıkarmıştır. Bu gereksinmeyi de Sofist adı verilen kişiler karşılamayı denemişlerdir. Sofistler, bu yeni gelişme içerisinde, Yunan ulusunun öğretmenleri olmuşlar, şehir şehir dolaşarak,para karşılığı çeşitli konularda dersler vermişlerdir. Başlıca, yeni düzene yararlı, becerikli kişiler yetiştirmek amacı taşıyan sofistler, zamanla işi oyuna, safsataya dökmüşlerdir. Bu yüzden sofist kelimesi kötü bir anlam kazanmaya batlamıştır. Sofist, asıl kelime anlamı olarak, 'bilen, bilge kişi' anlamlarına gelmektedir. Gerçekten de sofistlerin felsefeye getirdikleri bilgi anlayışı, Pratogaras, Gorgias, Hippias, Prodikos gibi sofist düşünürler göz önüne alındığında ciddiye alınması gereken sonuçlar doğurmuştur. Bunlardan sonra yetişmiş sofistler, hocalarına ters düşecek biçimde sofizmin anlamını lekelemişlerdir. Sofistlere, Sophokles'i incelerken ayrıntılı olarak döneceğiz.

SOKRATES (İ.Ö.469-399) : Sokrates, Sophroniskos adlı bir heykeltıraş ile Phainarete adlı bir ebenin oğludur. Kendisi de temelde bir sofist olan Sokrates, bilginin relativizmi konusunda onlarla sürekli mücadele etmiştir. Sofistler gibi insan hayatının çeşitli problemleriyle ilgilenmiştir. Sokrates'in amacı düşünce ve araştırmayla genel geçer bir bilgiye ulaşabilmekti. Araştırma çabası onu 'hiçbir şey bilmediğimi biliyorum' a götürmektedir. Bu söz bir taraftan sofistlerin her şeyi bilen tavırlarına gönderilmiş bir ironidir de aynı zamanda. Sokrates doxa(sanı)nın yerine episteme (bilgi) yi koyar. Ancak epistemeye, çalışmayla ulaşılabilir. Aklın ödevi bilimsel çalışmayla episteme ye ulaşmaktır. Sokrates'in erdem anlayışı da bilgi ye dayanır. Ancak gerçek bilgiye ulaşan ve bunu arzuluyan kişi erdeme de kavuşabilir. Sokrates'in konuşma metodu, annesinin ebeliğine bir anıştırma olan, maieutike(doğum yardımcılığı, ebelik) dir. Sokrates bu metodla, önce karşısındaki kişiye hiçbirşey bilmediğini söyler. Karşısındaki de hep bilgisine güvenmektedir. Sokrates sorularıyla, konuştuğu kişinin bütün düşüncelerinin üstünkörülüğünü, tutunamazlığını ortaya serer. Sokrates bunu yaptıktan sonra sorulara devam ederek kişinin içinde saklı kalmış doğruları -tabir caizse- doğurtur. Sokrates'ten sonra,onun görüşlerini tek yanlı olarak alıp geliştiren birtakım okullar kurulmuş, ancak bunlar daha çok yaşam felsefesine dönüşmüştür. Megara, Eliseletria, Kynikler ve Kyrene gibi .. Daha sonra Platon ve Aristoteles'i görürüz. Ancak kendimizi, daha önce saydığımız üç tragedya yazarının çağıyla sınırlandırdığımız için onlara değinmeyeceğiz. Şimdi bu üç yazarı kısaca tanıyalım ve eserlerindeki mitsel parçalardan mümkün olduğu kadar sıyrılarak, felsefi kırıntılarını bulmaya çalışalım..



İLKÇAĞ - FELSEFE ve TRAGEDYA
(<<) I.BÖLÜM: MİTOS’DAN LOGOS’A GEÇİŞ
(=) II.BÖLÜM: İLK ÇAĞ YUNAN FELSEFESİ
(>>) III.BÖLÜM : AİSKYLOS
III.BÖLÜM : SOPHOKLES
III.BÖLÜM : EURUPİDES

Saturday, 8. January 2005

İLKÇAĞ - FELSEFE ve TRAGEDYA - I.BÖLÜM: MİTOS’DAN LOGOS’A GEÇİŞ

I.BÖLÜM: MİTOS’DAN LOGOS’A GEÇİŞ

Mitolojinin Doğuşu

Grek mitinin doğuşu, klan toplumlarının totemciliğine kadar uzanmaktadır. Başlangıçta bir hayvan biçiminde ve düşüncesinde olan totem, ekonomik yapının değişmesiyle birlikte antropomorfik bir yapı kazanmaya başlar. Öncelikle toprağı işlemeye ve hayvan yetiştirmeye dayanan totemci klanlar, diğer kabilelerle savaşa girdikçe, iyi bir yönetici-komutan gereksinimleri olmuş bu da tanrı-kral anlayışını ve Heroik kimliği başlatmıştır.

Totem dinsel olmaktan çok büyüseldir. Toteme dua edilmez, yalnızca emirler verilir. Tapınıcılar, tören eyleminin zorlayıcı gücüyle isteklerini zorla toteme kabul ettirilirler. Bu zorlama ilkesi, topluluğun,henüz her birine ve hepsine üstün olduğu bir toplum durumuna uygun düşmektedir. Daha ileri tapınma biçimleri yukarıda bahsettiğimiz gelişme çerçevesinde olmuştur. Bu aşamada, totem artık duayla ve yatıştırmayla güdülmektedir. İnsan şeklini almış ve tanrılaşmıştır. Bu yeni tanrının-ya da tanrıların-mitsel öykülerinin yazılması bir gereksinimden doğmuştur. Öncelikle yeni oluşan tanrı eski hayvan kimliğindeki totem biçiminden yavaş yavaş koptu. Bunun için, tanrıya, hayvan şekline bürünebilirlik niteliği eklendi. Böylece tanrı gerçekliği, içinden çıkmış fikir tarafından yavaş yavaş güçlendirilmeye ve güncelleştirilmeye başlandı.

Homeros ve Hesiodos

Heredotos‘a göre “tanrılara adlarını veren, ayrıcalıklarını ve hünerlerini birbirinden ayıran ve onların biçimlerini saptayan“ Homeros ve Hesiodos‘tur. Bu nitelik ve ünlerin bazıları Heredotos‘un kabul ettiğinden daha eski kökenlere dayanıyor olabilir, ancak temel nokta doğrudur. Bunlar ilkel değil, türevseldir. Yayılmacı kabileler bütün Ege‘ye yayılmış, Kronosoğulları da böylece dünyayı işgal etmişlerdi; yayılmacı kabileler varolan toprağı kura ile bölüşürlerdi (moira-potmos-klothon), Kronosoğulları da dünyayı kendi potmos larına göre bölüştüler; kabile kralı, egemenliğini askeri hizmete borçluydu, nitekim Zeus da titanlarla savaşının sonucu olarak Olympos'u ele geçirmittir. Bu koşutluk, logos‘un (akılla düşünmenin) ortaya çıkışına kadar sürecektir.

Bu koşutluğun açık biçimde sergilendiği yer Homeros‘un İlyada ve Odysia destanlarıdır. Homeros, destanlarında, tanrı dünyasını insan dünyasında gördüğü gerçeklerle canlandırmıştır.

Tanrılar, insanın idealize edilmiş ölümsüz yansımalarıdır. Ne var ki Grek insanı olympos tanrılarını ne kadar idealize etse de tanrıları kendilerine uyarlamaktan geri durmaz. Örneğin olympos tanrıları rasyonel bir zihne sahip değildir. Öfkelenirler, sever ve aşık olurlar; Grek mitinde saltık olan tanrı, insanların değişken yapılarına göre değişkenlik içerirler. Platon'un, Homeros’u ‘Devlet'inden kovması bu yüzdendir. Çünkü platon devletine rasyonel, tam anlamıyla sanatın karşısına aklı koyan, bir düşünce yolu çizmiştir.

Hesiodos’a gelince...Hesiodos’un şiirleri, Homeros’tan çok farklı bir nitelide sahiptir. Bu farklılık, herşeyden önce toplumun sosyal yapısındaki değişiklikden kaynaklanmaktadır. Bu çağ, Hesiodos’un tanımlamasına göre, kahramanlık çağından sonra gelen ”demir çağı”dır. Artık krallık yerine aristokrasi hakimdir. Vatandaşlar ekonomik yönden güç durumdadırlar. Şiir de bu yeni ortamda, eskisinden daha değişik konulara yönelir. Kahramanlık öyküleri bir kenara bırakılarak, gerçek konularla, günlük hayatın çeşitli sorunlarıyla ilgilenilir. Pozitif düşüncenin bir ürünü sayabileceğimiz bu Didaktik Epos türünün yaratıcısı Hesiodos’tur.

Hesiodos’un, ayrıca, Theogonia adlı eseri mitos’dan logos’a geçişin ilk basamağını da oluşturmaktadır. (O çağlarda sıkça karşılaşılan Theogonia ve Kosmogonia adlı eserler, birincisi tanrıların doğuşu ikincisi de evrenin oluşumu ile ilgilidir ve bu karakteristik adlarla anılmaktadırlar) Hesiodos‘un 1022 mısradan oluşan eseri de evrenin oluşumunu anlatmaktadır. Hesiodos, bu sorunu çeşitli efsaneler yardımıyla açıklamaya çalışmıştır. Bu açıdan eser, Yunan edebiyatının düşünceye dayanan ilk eseri olarak kabul edilmektedir. Yazar evrenin oluşumunu açıklarken efsaneleri sistematik bir düzene bağlamak istemiştir. Bu eser felsefi düşüncenin uyanmaya başladığının bir belirtisidir de aynı zamanda. İlkçağ felsefesinin oluşması yönünde doğa felsefecilerine de bir kapı açmıştır. Hesiodos‘un açtığı bu kapıdan Peri Physeos (doğa üzerine) karakteristik adı taşıyan eserler çıkmıştır.

Tragedyanın Doğuşu

Heredotos’a göre ; Arion, Korinthos’ta bir Dithyrambos yazan, ona bu adı veren ve onu okuyan ilk insandır. Dithyrambos bizi sonunda tragedyaya ulaştıracağı için burada önemlidir. Dithyrambos’un ilkel erginleme törenlerinden zamanla sıyrılıp, Dyonisos’un doğuşunun ve çektiği acıların anlatıldığı bir kendinden geçme-ya da bazı araştırmacıların kabul ettiği gibi bir cümbüş –şarkısı olduğu hemen hemen üzerinde birleşilen bir noktadır. Dithyrambos’un ulaştığı ikinci aşama; bir alay ilahisi olmaktan kurtularak, bir altarda sabitleşmesi ya da ayakta söylenen bir şarkıya dönüşmesidir. Gelişimin üçüncü ayağındaysa; Dithyrambos yöneticisinin koroyla uygun biçimde konuşmaya başlaması görülür. Böylece Dithyrambos bir acı çekme oyunu halini alır. Dithyrambos’un bir sanat biçimine dönüşmesinde, Kent Dionysia şenliklerinin (ki kurucusu Pesistratos İ.Ö.540 yılında ilk Kent Dionysia’yı başlattığında, Dithyrambos’u şenliklere sokan adamdır) de büyük payı olduğu unutulmamalıdır. Daha sonra Thespis’in bu koroya anlatıcı bir kimse (hypokrites) ilave etmesiyle tragedyanın oluşumu yönünde ilk önemli adım atılmış oldu. (Bazı kaynaklar anlatıcıyı koyanın Thespis değil Epigenes olduğunu savunurlar). Ardından Aiskhylos’un ikinci ve Sophokles’in de üçüncü oyuncuyu eklemesiyle, lirik unsurun yanında diyalog ve konu önem kazanmaya başladı; böylece daha geniş konuları yansıtmak da mümkün oldu.

Dithyrambos ve Satir koroları doğaya uyum sağlamaya ve mimesis'e yöneliktirler. Bu da ilkel erginleme törenlerinin amaçlarından biridir. Yunan düşünce yaşamının ilk temellerini kuran ve buradan sanata atlayan ilk kıvılcım Dionysos’un büyüsü ve esrikliğiydi. Bu bağlamda dinsel törenlerin köklerinin Dionysos'a bağlandığını söyleyebiliriz. Dinsel törenler Grek halkının sosyal yaşamında bir parça olmakla birlikte, aynı zamanda Dionysos esrikliğinin verdiği coşkuyu açıklayabilmek ve bu coşkuya ölçülük getirebilmek için usu ön plana çıkaracak bir tanrı daha vardı. Nietzsche'nin Tragedyanın Doğuşu adlı eserinde söz ettiği bu tanrı da Apollon idi. Apolloca olanı, ölçülülük ve biçime yönelik bir yön olarak anlatan Nietzsche ,yorumunda, Dionysos ve Apollon un birbirini dengeleyen bir yapıda, birbirlerine karşıt olduklarını anlatır. Nous'u (bilgeliği) simgeleyen Apollon , bilgelikler öğreten bir ışık tanrısıdır. Tragedya ise bu savaşımdan yani esriklik ve bilgeliğin savaşından doğmuştur.

Tragedyanın biçimsel yapısı incelendiğinde, kökeninin ilkel erginleme törenlerine dayandığı hemen görülür. Törenin ilk basamağı olan çocuk olarak pompé (çıkış)ın tragedyadaki karşılığı koronun ilk söylediği şarkı olan parados’dur. Törenin ikinci aşamasını, çocuğun öldüğü ve yeniden dirildiği düşünülen bir dizi ritüel oluşturmaktadır. Bu ise tragedyada, Peripetie (baht dönüşü) haliyle görünür bize. Üçüncü aşamada çocuğa kutsal eşyalar tanıtılır; töreni yöneten gizli cemiyet, erginleme ritüeli içinde, tüm ‘sırları çocuğa-ya da artık yetişkin olmuş gence- anlatır. Bunun tragedyadaki yansıması anagnorisis (tanınma) dır. Bundan sonraki ritüel , erginleme adayıyla, amacı adayın gizemli simgeler hakkındaki bilgisini sınamak olan (bilmecelerin), sorulu yanıtlı konuşmaların yapılmasıdır. Bütün tarihi boyunca bu özellik (ainigmata) katı karakterini bozulmadan koruyabilmiş ve tragedyadaki yerini stichomythia şeklinde almıştır. Yalnızca Sophokles ve Euripides, bazen şiirin ortasında konuşmacının değişmesine izin verecek derecede yumuşatmıştır bu katı kuralı. Bunlar tragedyada, dize dize soru ve yanıtların düzenlenmesiyle ilerlemekle kalmaz, fakat, özellikle Aiskhylos’ta konuşmacılar bunların anlamlarını açıklamaktan çok gizlermiş gibi görünmektedirler.

“Sözlerin bir bilmece-açık konuş”. Bu tür dizeler tipiktir. Bazen sözler gerçek bir bilmece şeklini alır. Örnek olarak, Sunu Taşıyanlar’da Klytaimnestra’nın, Aigisthos’un öldürülmesinden sonra, köleye, duyduğu çığlığın ne olduğunu sorduğunda, köle kapalı bir biçimde cevaplar; ”Derim ki, ölüler yaşayanları öldürüyor”; Klytaimnestra yanıt verir: ”Ama bir bilmece bu, yine de anlamını okuyorum”. Yanıtın tüm anlamı çeviride kaybolmaktadır. Çünkü kullanılan sözcük –xynéka- ‘anlıyorum’ - genellikle erginlemede kullanılan terimi anımsatır- hoi xynetoi ‘anlayanlar’, gizemli şeyleri görmeye izin verilenler.

Son olarak tören çocuğun yetişkin olarak kabileye dönüşüyle (komos) son bulur. Bu da tragedyada éxodos şeklinde biçimlenir.


KAYNAKÇA :

1 Felsefe Tarihi, Macit Gökberk, Remzi Kitabevi, 6.Basım
2 Tiyatro Ansiklopedisi, Aziz Çalışlar, Kültür Bakanlığı Yayınları
3 Aiskylos ve Atina, George Thomson, Payel
4 Tarih Öncesi Ege-I, George Thomson, Payel
5 Tarih Öncesi Ege-II, George Thomson, Payel
6 İlyada, Homeros, A.Erhat-A.Kadir, Can, 7.Basım (önsöz)
7 Eski Yunan Edebiyatı, Güler Çelgin, Remzi Kitabevi
8 Tragedyanın Doğuşu, F.Nietzsche, İ.Z.Eyüboğlu, Ataç Kitabevi
9 Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe,F.Nietzsche, Elif Yayınları
10 Antigone, Sophokles, G.Dilmen, Mitos-Boyut
11 Persler, Aiskylos, G.Dilmen, Mitos-boyut
12 Agamemnon, Aiskylos, A.Cevat Emre, MEB.Yayınevi,1964
13 Elektra, Sophokles
14 Elektra, Euripides
15 Sunu Taşıyanlar, Aiskylos
16 Hayırlı Tanrıçalar, Aiskylos
17 Felsefe Sözlüğü, O.Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi, 10.Basım



Oğuz ARICI
(İÜ.EDEB. FAK. Dramaturgi ve Tiyatro Eleştirmenliği)



İLKÇAĞ - FELSEFE ve TRAGEDYA
(=) I.BÖLÜM: MİTOS’DAN LOGOS’A GEÇİŞ
(>>) II.BÖLÜM: İLK ÇAĞ YUNAN FELSEFESİ
III.BÖLÜM : AİSKYLOS
III.BÖLÜM : SOPHOKLES
III.BÖLÜM : EURUPİDES

Friday, 24. December 2004

Horon

Horonun kökeni ve kelime anlamı :

Türkler, tarihin akışı içinde Orta Asya'dan batı dünyasında doğru akarken, hiç kuşkusuz sosyal kültürel özelliklerini de birlikte götürmüşlerdir. Yoğun göç dalgaları ve tutulan yeni ''yurtluklar-vatan''da karşılaşılan değişik ulus ve halklarla da etkileşimde bulunmuşlardır. 1071 öncesi ve sonrasında Anadolu'ya akmaya başlayan Türk-­Budun-Boy ve Oymakları çok kısa bir zaman diliminde Anadolu'yu Türkleştirip, İslamlaştırırlar. Yalnız Türkler, Anadolu'nun ötesindeki Türk ellerinde İslamiyet'i her ne kadar benimsememişlerse de eski ''Gök dinleri'' ya da ''şamanist'' inanımlarının kalıntılarını çağımıza dek yaşatabilmişlerdir. Bugün Anadolu'nun kırsal ve dağlık kesimlerinde, Orta Asya'nın kültürel özelliklerini şamanist inanımlarını görmek mümkündür.

Yunan horon-grek kelimesi ile büyük bir benzerlik gösteren horonun nereden geldiği hakkında bazı fikirler ortaya atılmıştır. Bunlardan birisi Yunanlıların Karadeniz'in doğu sahillerine yerleşmiş olması, bir diğeri ise; horonun kemençe gibi Cenevizlilerden kalmasıdır. Gerçekten Fransa'da ''Carole'' adı ile tanınmış bir oyun vardır ki bir halka oluşturularak oynanırdı. ''Carole'' kelimesini Fransızca sözlükler bozuk Latince ''Carola'' olarak gösteriyorlardı. Ancak, bu kelimenin diğer şekilleri olan ''Harol , Horol'' kelimeleri ve oyunun kalabalık oynanması dikkate alınırsa, Fransız oyunu ile Doğu Karadeniz oyunu (Horon) arasında şaşırtıcı bir benzerlik göstermektedir. O halde Yunanca horon-grek nedir?
-Hora, raks, dans Yunanca- Türkçe sözlükte;

1. Takım, grup

2. Bir kilisenin görevlilerinden oluşan kilise korosu

3. Kilise görevlilerinin kilisede durdukları yer.

Şimdi karşılaştırmaya geçelim:

a. horon-grek kelimesinde ''topluluk'' esas olarak görülüyor. Bu Karadeniz horonlarında da böyledir.

b. horon-grek kelimesinin üçüncü maddesi ''kilise görevlilerinin kilisede durdukları. yer'' dir. Kelimenin bu anlamı ile Carole kelimesinin ikinci anlamı olan ''Halka şeklinde oynanan oyun'' arasında açıkça görülen bir ilişki vardır.

Mimari ve kuyumculukta daire teşkil eden birçok şeye ve 18. yy'da kilisedeki koro dairesine Carole deniyordu.

Yukarıdaki karşılaştırmalar gösterir ki, Horon, Carole ve horon-grek kelimeleri arasında bir anlam birliği oluşturur.

Şimdi de bunlarla ilişkili olan diğer bir kelime üstünde duralım.

Xor (hor) veya Kör -Destan söylenirken nakarat

xoroy (horoy)-Sırayla durmak (Pekarski-Yakut sözlüğü)

Esas vasıfları ''topluluk'' olan bu Yakutça kelimeler ile Karadeniz horonu, Fransız

''carole''sı ve Yunanca horon-grek arasındaki anlam birliğini tespit ettikten sonra yukarıdaki araştırmalarımızı şöylece özetleyebiliriz:

Horon, Carole, horon-grek ,Hor, Kör, Horoy kelimeleri birbirlerinden ayrı olmayıp, aynı Hor kökünün muhtelif şekilleridir.

Bu açıklamalarla yöredeki ''horom'' ve ''horon'' kelimelerinin kullanımı arasında benzerlik olduğu görülmektedir. Horom; mısır saplarının ve çayır (ot) 'ların 10-15 kucak bir araya getirilerek dikey durumda yığılıp, tarlada bulunan ''KABAK DEVEKLERİ'' ile üst kısımdan bağlanmasıdır. Başka bir deyişle daire (halka) şeklinde sıkıca bağlamaktır.

Yöre oyunlarını oynarken bir arada toplanarak sıkıca elele tutup daire halinde horon kurmalarındaki şekil ve benzerlik Horon ile Horom sözcüğünün gerek mana gerekse kelime yapısı bakımından birbirini tamamlamaktadır. Horona başlarken ''Hayde bir horom kuralım'' sözü, bir araya toplanıp, sıkıca birbirimize bağlanalım demekten başka bir şey değildir.

Karadeniz'de yalnız başına iş yapmak çok zor olduğundan horon; Karadenizlinin her işte elele verilmesini, birlikte çalışmaya duyduğu ihtiyacı anlatmasıdır.

Doğa yapısının sert ve dağlık oluşu, denizinin ve havasının kararsızlığı horon oyunlarında göze çarpar.

''Mısır Gumulları hep, beraber bağlanır;
İşte, horoncular da, öyle halkalanırlar...


Dizili horon ise, bel bellmek gibidir;

Tavaya birer birer, hamsi dizilmesidir...

Omuz titretmeleri, hamsi can çekişmesi;

Çıkarılan o sesler, rüzgarın ıslık sesi...

Hele o silkenmeler, ağaçlarda fırtına;

O çabukluk benziyor, martı kanatlarına..

Dalgalar gider-gelir, bir kararda durmazya;

Horoncular da öyle, uyar davul zurnaya...

Kemençe; horonun sevgi küpü, kaşığıdır;

Neş'eli zannederler, en garip aşığıdır...

Horon; yağmur duası, horon, çareye koşmak;

Zafer için zıplamak,, yahut suyu okşamak...

Horon; tetikte dumrak, kayık küreği çekmek;

Horonda alın teri, horonda emek çekmek...

Horon bayram yapmaktır, halk murada erince;
Canlanmayan var mıdır, oynayanı görünce.
      Bu sevinç gösterisi, hem bolluk, hem bereket, 
      Dağ-bayır, iniş-çıkış, elbet lazım hareket. .. 

      Horon deyince akla Akçaabat geliyor, 
      Bunu hem Türkiye ve hem de Dünya biliyor. .. 

      Karadeniz horonu, horonların beyidir,
      Karadenizli korkmaz, eğlenceden bellidir... 

      Fişek, saat ve çizme seferberlik işidir,
      Kalleşlik edenleri hesaba çekişidir... 

      Horon, bir oyun değil, bir folklor kanunudur, 
      Oyna horoncu oyna,i horon, milli konudur... '' 

Horonlar Üç Bölümden Oluşur

1. DÜZ HORON BÖLÜMÜ: Horon oynanmaya başlarken ağır tempoda oynanır. Bundan ötürü oyunun bu bölümüne ''ağır horon bölümü'' de denir. Oyun halkası saat ibresinin tersi yönünde döner. Söylenen türkülere ellerle tempo tutulur. Müzik ne kadar yüksek tempolu çalınırsa, oyuncular da o kadar kıvrak ve hareketli olurlar. Ritim arttıkça vücut dikleşir, kollar yukarıya kalkar. Gelen komutla ''yenlik yenlik'' ''alaşağı'' ya da ''ufak ufak'' diğer oyuncular da uyarılarak doğrudan sert bölüme geçildiği gibi yenlike bölüme de geçilir.

2. YENLİK BÖLÜMÜ: Kollar aşağıya iner, dizler kırık ve bel kısmı dizlerin açısında öne doğru eğiktir. Kol çıkarmalar ve omuz sallamalar bu bölümde ön plandadır. Adımlar geriye, yana ve öne basarak belli alan içinde gezinilir. Vücudun yapmış olduğu çalımlar yumuşak ve hafiftir. Oyunun ritmi düz horon bölümüne oranla biraz daha hızlıdır. Komutçudan gelen ''alaşağa'', ''aloğlum'', ''kimola'', ''taktum'', ''yıkoğlum'' veya ''ıslık'' şeklinde gelen komutla sert bölüme geçilir.

3. SERT BÖLÜMÜ: Diğer bölümlere nazaran hareketler daha sert ve canlıdır. Omuz sallamalar daha seri, ayaklar yere daha sert basar. Oyunun en gösterişli, temposunun oldukça yüksek olduğu ve oyuncuların tüm yeteneklerini ortaya koyduğu bir bölümdür. Oyuna devam edilecekse tekrar düz horon bölümüne geçilir.


(Selim Cihanoğlu-Trabzon'da oynanan horonlar)

Zeybek Hakkında Genel Bilgiler

Ege denilince akla Zeybek gelir. Mert, cesur, atılgan, mazluma dost, haksızlığa düşman olarak tanınırlar. Türk köylüsünün tipik bir örneğidir. Kurtuluş savaşında gösterdikleri başarılar ünlerine ün katmıştır. Bugün Zeybeklik tarihi bir anı olarak yaşatılmaktadır.

Bölgenin oyun türü Zeybektir. Batı Anadolu'nun hemen hemen her, yerinde ''Zeybek'' türündeki oyunlar,­görülür. Afyon, Antalya, Isparta, Burdur, Sakarya çizgisinin batı tarafında kalan illerimizde bu tür oyunun büyük etkileri vardır.

Yörede kadınların oynadığı oyunlara ''Kadın Zey­bek'', erkeklerin oynadığı oyunlara ''Erkek Zeybek" denil­mektedir. Kadınların oynadığı oyunlar erkeklerin oynadığı oyunlara göre daha yürüktür. Erkek oyunlarının yöredeki bir diğer adı da "Ağır Zeybek" tir. Ege nin bir çok yerinde oynanan bu tür oyunların en ağırlarına İzmir, Aydın, Muğla, Manisa illerinde rastlamak mümkündür. Zeybek oyunlarının diğer oyunlara (Bar, Halay, Horon v.b.) göre en büyük özelliği tek olarak serbest oynanmasıdır. Toplu olarak oynanan Zeybek oyunlarında oyuncular arasında müzik ve ritim hariç hiçbir bağ bulunmaz. Oyunu oynayan kişi hiçbir kurala bağlı kalmadan tamamen içinden geldiği gibi oynar.Zeybek oyunları toplu olarak oynandığında, yöresel olarak daire formu kullanılır.

efe1

Zeybek Sözü ve Kökeni

Zeybek sözcüğünün kökeni hakkında bugüne kadar çok çeşitli ve birbirinden farklı görüşler ortaya atılmıştır. Halikarnas Balıkçısı Zeybek Sözcüğünü Mitolojiye şu şekilde dayandırıyor;

''Homeros bu sözü ''olaks'' diye Omeqa ile yazar. Omeqa ise, ona tanrıçanın ilkbaharda doğurduğu yumurtasının, ilkbaharda bölünerek iki ayrı "o" olmasıdır. Ayrılan bu yumurtalardan tüm yaratıklar ve bitkiler çıkmıştır. Böylece de ''Obekkos'', ''Tobekkos'' ve ''İbakki'' sözleri ''Zeybek'' olmuştur.

Mahmut Ragıp Gazimihal, sözün Grekler tarafından kullanıldığını da belirtiyor.
''Yunanca'da ''b'' sesi olmadığı için, onların dilinde Sayvakikos , Zaypapikos şeklinde Rodos 'ta ise Turkikos'un aynı anlamda kullanıldığı ve kelimelerin aslının Saybak olup bizde kelimenin incelenip ve özleşerek Zeybek haline geldiği de açıklanır.
Divanı Lügatı Türk'te Zeybek hakkında şu bilgiler verilmiştir:

Divanı Lügatı Türk, Cilt I, sayfa 333 de Bekneg kelimesindeki Bek sözünün sağlam olduğu yazılmaktadır. Yine Divanı Lügatı Türk, cilt III. Sayfa 154 de Sağ sözünün Zeybeklik, anlayışlılık anlamında olduğu kaydedilmektedir. Divanı Lügatı Türk, Cilt I. S. 80'de s harfinin bazen Türk dilinde z okunduğu söylenmektedir. Zeybek sözünde sağlam anlamında bir (Bek) sözünün bulunması anlamı olan sağlam sözünü doğrulayacak ek ad olması şarttır. Bek sözcüğü bir insan için kullanıldığına göre ek sözü, insanın niteliğini iyi yönünden anlatan söz, olması gerekir. Yani Bek sözü ile ancak anlayışlılık ve akıllılık anlatan Zag sözü ile birleşik ad olabilir ve şeklini alır. Bunu Türk dilinin yapısı zorunlu kılmaktadır. Türkçemiz ses uyumu kuralı burada da, karşımıza çıkmaktadır. Başta gelen kalın fakat hafif sesli hece, sonda gelen ince fakat sert heceye uydurularak okunur, kuralına göre Zag hecesi kendisinden sonra gelen sert, ince Bek hecesine uydurulmuş, Zeg olmuş Bek ile beraber anlayışlı, akıllı, sağlam, zeybek olarak Avrupa tarih kitaplarına geçmiş ve çağımıza değil Bozdağ, Dalgalı dağ köylerinde yaşamıştır.


Efe Sözü ve Kökeni

Efe sözü Rumca 'dan alınan "Efendi" sözünün kısaltılması sonucu geldiğini savunanlar olmakla birlikte "Efe" kelimesi efendinin tam karşılığı değildir. Efe genç, diğer anlamda delikanlı demektir. Örnegin; Efendimiz Sultan Alayhi Vesselam denir, Efemiz denmez. Efendi Bizans dilinde sahip, okuma-yazma bilir demektir. Hoca Efendi, Kalem Efendisi, Hoca Efe, Kalem Efesi denmez. Fakat Efelerin Efesi denir (silah taşır yiğit).

"Efe'' sözcüğü "EFEB" den gelir. Efeb; genç delikanlı yani silah taşıyan yiğit demektir. Efeb teşkilatı Yunanistan'dan önce Anadolu da kurulmuştur. Bunlar tıpkı Zeybekler gibi dağ başında talim ederler ve daha sonra kente gelerek tiyatroda silah oyunları yaparlardı. Tiyatro yuvarlak olduğu için dansları da daireseldi. Bu dans aynı zamanda dinseldi.

Celal Esad Arseven tarafından düzenlenen Sanat Ansiklopedisinde ''Eskiden asayişin korunmasına memur hafif silahlı bir sınıf askere verilen addır." Selçuklular zamanında Aydın ve Teke taraflarında böyle bir askeri sınıf oluşturulmuştu ki bunlara Efe denirdi.

efe2

Efe-Zeybek ve Kızan Arasındaki Bağıntı

Efe, Zeybek gruplarının başıdır. Zeybekler arasında kahramanlık yapmış cesur ve mert kişiler arasından seçilir. Efe olmak için Zeybekler arasında yaşça büyük olmak önemli değildir.

Zeybek, Kızanlara göre daha çok kahramanlık yapmış cesur kişilerdir. Zeybekler efenin Emriyle kızanları yetiştirirler. Zeybekler, efelerin yanında birer kol beyi görevi görürlerdi. Zeybekler iyi silah kullanan cesur kişilerdir.

Zeybeklerin maiyetindeki gençlere ''Kızan'' denilir. Kızan çocuk anlamına gelse gerek. Çünkü Anadolu'da kimi oyunlarda kızlar delikanlı, delikanlılar da kız giysilerini giyerler. Kızan belki de önceleri başka anlam taşırdı.

Günümüzde akıllarda kalan bazı Efeler ve Zeybekler şunlardır;
Çakıcı Mehmet Efe, Yörük Ali Efe, Çakırcalı Efe, Saçlı Efe, Mestan Efe, Gökçen Efe, Sarı Zeybek, Kamalı Zeybek, Pepe Efe, Kıllıoğlu Hüseyin Efe, Demirci Mehmet Efe.

(Zeybek Oyunlarının Tarihte Ortaya Çıkışı-Cumhur Sevinç )

Semah

SEMAHLAR HAKKINDA GENEL BİLGİ

Alevi dinsel oyunlarını halk, ''semah, samah, zamah'' gibi yerel sözlerle adlandırır. Semah katı kurallara sokulmamıştır. Bu, onun değişimini ve çok çeşitli dallara ayrılmasını sağlamıştır. Böylece çeşitli semah türleri doğmuştur.

Semahlar kentlerde kadının baskı ve peçe altında tutulduğu dönemlerde bile kadın erkek birlikte oynanır. Bu, doğa ile insanın zo­runlu uyumundan kaynaklanır. Semahlar kökende göçebe toplumun dinsel oyunudur. Göçebe toplumlarda ise kadın erkek ayrımı yerleşiklerdeki gibi katı kurallarla ayrılmaz. Doğa, kişiyi günlük yaşamın her kesiminde ve dinsel törenlerde eşit kılar. Böylece semahlar kadın ve erkeklerin birlikte oynadıkları oyun durumuna girer. Yalnız erkeklerce oynanan semah türü neredeyse yok gibidir. Salt erkeklerce oy­nanan semah türüne Sivas, Malatya, Tokat çevresinde oynanan "Ya Hızır" semahı örnek verilebilir. Oysa bu semahın da kadın erkek karı­şık oynandığı olur. Yalnız kadınlarca oynanan semahlar oldukça çoktur. Karışık yapılan semahlarda kadın ve erkek sayısının birbirine yaklaşık olmasına çalışılır. ''Çark'' semahında olduğu gibi kimi se­mahların yalnız kadınlarca oynanması kural haline gelmiştir.

Semahlarda yerel ayrılıklar çok görülür. Bunun kökeni de göçe­be toplum yaşam biçiminin devingenliğinden kaynaklanır. Gerektiğinde kurallar yaşam biçimine göre düzenlenir. Ya da yeni kurallar konur. Semahların başlangıcı, oynanışı ve bitiminde görülen bölgesel ayrılıklar biraz da buradan kaynaklanır.


SEMAHTA KİŞİ

Semahların belli sayıda kişilerce oynanmasına özen gösterilir. Bektaşi semahlarını anlatan kaynaklar, semahların 2-4-6-8-10-12 ki­şilik öbeklerce yapıldığını bildirirler. M. Tevfik Oytan semahın başlangıcını şöyle anlatır:
"İlk önce dört can semaha kalkar. Bu ilk semah açılış semahı olduğu için mürşit ve cem erenlerinin tümü ayağa kalkarlar.'' Aynı sayılar Vahit Lutfi Salcı, Bedri Noyan gibi yazarlarca da verilir.

Ancak Alevi semahlarının daha çok 3-5-7-9-12 kişilik öbeklerce yapıldığı gözlenir. Gerçekten Aleviler arasında bu sayılara çok önem verilir. Bu sayıların kutsallığına inanılır. Bu sayılar hayırlı dualar durumunda olan gülkbenklerde de anılır. ''Üçler, beşler, yediler, onlar, ikiler'' den yardım ve şefaat dilenir. Son yıllarda semah oyunlarını ko­nu edinen incelemelerde semah oyuncularının sayılan olarak bu sayılar gösterilir. Bizim halktan öğrendiğimiz sayılar da çok kez bu sayıları doğrular durumdadır.

Bu durumda semahçıların sayısında bir değişiklik söz konusudur. Vahit Lutfi Salcı, M. Tevfik Oytan. Bedri Noyan gibi Bektaşi tarikatının içinden gelen kişilerin böyle bir konuda yanlış yapmış olmaları düşünülemez. Büyük olasılıkla semahçı sayısındaki bu ayrılık. Alevi ve Bektaşi semahlarından kaynaklanır. Bektaşilerin ve Alevlerin bir bölümü birinci sayılarla. Aleviler ise ikinci sayılarla semah ederler.

Ayrıca on altı kişilik, kırk kişilik ve daha kalabalık toplulukla­rın yaptıkları semahlar vardır. On altı kişilik semahın oynanış biçimi başkadır. Dörder kişi karşılıklı dizilirler. Çaprazlama oynarlar. Kırk kişilik semah ise Fethiye Tahtacıları arasında kadir geceleri yapılır. Yeniden doğuşu canlandıran kırklar olayının anısına dayanır. Ama bu semahın kapalı yerde yapılması zordur. Nitekim çok kalabalık öbeklerce oynanan Yatır Semahları da böyledir.


SEMAHTA EZGİ

Semahların ezgisi halk müziğinden kaynaklanır ve türkülüdür. Türkü ile oyun iç içedir. Yörelere göre ezgilerde, vuruşlarda ayrılıklar görülür. Semah ezgileri genellikle 5-7-9 aksak vuruşlu ya da çift vu­ruşlu havalardır. Ezgiler genellikle bağlama ve keman ile çalınır. Vur­malı ve cafcaflı sazlar kullanılmaz. Böylece oyunun kutsallık işlevi ko­runmuş olur;

Çepniler de cemde kesinlikle on iki çalgı bulunur. Bu on iki saz aynı türden olabileceği gibi değişik türlerden de olabilir. Semahlar bu on iki çalgı ile çalınır. Tahtacı cemlerinde ise en az iki, en çok on iki çalgı bulundurmak töredir. Genelde Çepni cemleriyle Tahtacı cemleri büyük benzerlik gösterir. Ezgi ve vuruşlarda yörelere göre ayrımlar görülür. Sözgelimi Sıraçlar Köroğlu havası ile semahın yeldirme bölümünü oynarlar.


SEMAHTA GİYSİ

Semah yapılırken semahçıların üzerindeki giysiler çok renkli ve değişiktir. Daha doğrusu halkın günlük, bayramlık giysisidir. Belli bir kalıp söz konusu değildir. Erkekler de bacılar da temiz giysileri ile se­mah yapmaya özen gösterirler. Bu giysi bacı için üçetek giyildiği dö­nemlerde üçetektir. Fistan giyildiği dönemlerde fistandır. Giysilerde de eskiye bağlılık söz konusu değildir. Kurallarda biçime değil öze önem verilir. Biçim özü bozmadığı sürece değişebilir.

Giysilerde yerel ayrılıklar görülür. Doğu illerinde baş açık se­mah yapmak uygun bulunmaz. Bacıların başları zaten örtülüdür. Erler ise şapka ile semaha kalkmazlar. Semah yapacak erler başlarına mendil, poşu gibi bir şey bağlarlar.


SEMAHA KALKIŞ

Semaha kalkışta da kimi töreler söz konusudur. Bu töreler böl­gelere göre küçük ayrılıklar gösterir. Doğu illerinde semaha kalkmadan önce el, ayak ve yüz yıkanır. Bu bir tür abdest işlevindedir. Kapalı yerlerde yapılan semahlar yalınayak oynanır.

Cemde semahlar başlayacağı zaman semahçılar kendiliğinden semaha çıkarlar. Herhangi bir üşengenlik, çekingenlik olursa belli ki­şiler toplumun üstelemesi ile kalkarlar. Genelde semaha kalkmak bir onur sayıldığından böyle üstelemelere karşı direnilmez.

Anadolu'nun çeşitli yerlerinde cemde ilk semah yapılacağında önce semahçılar dedeye niyaz ederler. Bu nişanın çeşitli bölgelerde değişik biçimlerde olduğu görülür.

Denizli'de er, bacının önünde niyaz eder. Bacı ise sağ elinin parmaklan sol elinin parmakları üzerinde olarak niyaz edenin sırtına hafifçe dokunur biçimde ona niyaz eder. Bu semah iki kişinin oynadı­ğı bir semahtır. er ayağa kalktığında saz yavaş yavaş ve tatlı kıpırda­nışlarla semahı başlatırlar. Kuşkusuz saz ve söz semaha eşlik eder. Bacı bir elinin avucu ile öbür eline tempo tutar. Er kollarını yana açmıştır, bileklerinden başlayarak uygun biçemde kollarını oynatır. Böylece de tempoya uyar. Bunu eşit adımlarla sazın ve sözün vuruşlarına uygun olarak semahçıların oyunu sürdürmeleri izler. Er ile bacı arasındaki aralık sürekli korunur.

Erzincan-Maraş yöresinde semaha kalkan er semah başlama­dan bacının elinin içini öper. Ama bu törenin yaygın biçimi bacının erin sağ omzuna niyaz etmesi biçimindedir. İç Anadolu'da Sivas'tan Toroslara değin geniş alanda semahlara böyle başlanır.

Kimi bölgelerde semaha erbacı selamlaşması ile başlanır.

Antalya Alevilerinin bir bölümünde bacı, erin göğsüne bir şedde bağlar. Elmalı'nın Tekke köyünde bu şedde bağlandıktan sonra bacı secdeye varır.

Kimi bölgelerde ilk semah yapılacağı zaman dede ve tüm cem erenleri topluca ayağa kalkarlar. Semahçılar gelip dedenin önünde niyaza dururlar. Niyazdan sonra dede ve cem erenleri yerlerine otururlar. Dede bir gülbenk okur. Semaha böylece başlanır. Bundan sonraki semahlarda ayağa kalkılmaz.


SEMAHTA FİGÜR

Semahlar kökende değişik ve güzel figürlere dayanır. Figürlerin zenginliği ve güzelliği semahların en üstün yanlarından biridir. Kö­kende dinsel görünümde halk oyunu olmalarına karşın kimi ilkelerle öbür halk oyunlarından ayrılırlar. Semahlarda bireyin bağımsızlığı ana ilkedir. Hiçbir semah türünde hiçbir biçimde oyuncular arasında el ele tutuşulmaz. Her semahçı kendi içinde bağımsızdır. semahlarda bağımsız birimlerin bütüne uyumları söz konusudur.

Semahlar iki ana figüre dayanır. Bunların başında kuşun uçu­şunu andıran kolların aynı anda kalkıp inişi figürü gelir. İkincisi yürüyüş ve ayak figürüdür. Bunlar arasında da bir uyum vardır. Semahlarda kol ve ayak figürleri dışında vücudun başka bölümlerinin figürleri bulunmaz. Müziğin akışına göre bunlar ivedi ya da yavaş biçimde uyumlu olarak hareket ettirilir. Bu, uzun bir vücut eğitimi isteyen bir uğraştır. Öbür halk oyunlarında olduğu gibi semahlarda da çocuklukta başlayan bir öğrenme olayı vardır. Kişi başlangıçta izleyi­cidir. Belli bir yaşa değin semahları izler. Sonra ''gençler'', "gönüller'' semahı denen semah türü ile oyunun içine girer. Bu, alıştırma daha doğrusu çıraklık dönemidir. Kişi daha sonra oynayış yeteneğine göre öbür semahlarda yerini alır.


SEMAH SÖZLERİ

Semahlar Türkçe sözlü deyişlerle oynanır. Bu deyişler gizemci halk yazının ürünleridir. Hemen her dönemde Türkçe egemenliğini korumuştur. Başta Hatayi olmak üzeri Pir Sultan Abdal, Kaygusuz, Nesimi gibi ozanların deyişleri semah sözü olarak türküleşmiştir. Us­ta halk ozanlarının dizelerinde Türkçe bir kuyumcu ustalığı ile işlen­miştir. Coşkun ve içli bir şiir geleneği ortaya konmuştur. Sonra on1arıizleyen birçok yerel ozan ortaya çıkmıştır.

Semah deyişlerinin bir bölümü doğrudan semah sözü olarak yazılmış olmalıdır. Halk ozanlarının yaklaşık olarak tümü bağlama çalar. Bu nedenle aşık sözü halk arasında "ozan, bağlama çalan ve türkü söyleyen" gibi geniş anlam içerir. Halk ozanlarının büyük çoğunluğu bu üç yeteneği birlikte taşımışlardır. Böylece kimi ozanların doğrudan semah sözü yazmaları ve türküleştirmeleri doğaldır.

Dinsel özle beslenen türküler kimileyin belli kuralları, inançları anlatır. Kimi kez ise sevgiyi dile getirir. Kökende sevgi ana konudur . Öbür konular sevgi ekseni çevresine sanılmıştır. Böylece bu dizelerde türkü yolu ile öğütler verilir. Birlik çağrıları yapılır. Sözler dinsel de olsa, dindışı da olsa hep yaşama sevinci doludur, coşkuludur. Se­mahlar yaşamı kucaklayan türkülerdir. Gerek içerikleri, gerek müzik­leriyle öbür türkülerden ayrılırlar. Başka bir bütünlük oluştururlar.

Dinsel çarpıcı sözler çevresinde birleşilmiştir. Bu sözlerin ardında yüzyılların acıları, başkaldırıları yatar. Nitekim dinsel tören olan cemlerde söylenen tevhitler de aynı işlevdedir. "Tevhit" sözü birlik. birleşme anlamındadır. Bunlar coşku yüklü çağırışlardır. Bütün içinde se­mah ve tevhitler oyun ve türkü aracılığı ile bir olmayı, birliği amaçlar. Kimi sözcüklerin müzik ve yinelemelerinden yararlanılır.

Semah sözlerinde de yörelere göre değişiklik vardır. Müzik ve türkülerde de sürekli değişik gelirler. Çeşitli yörelerde yeni semah sözleri doğar. Yeni semahlar gelişir. Törenlerin yaşadığı sürece bu değişme ve gelişmeler sürer. Bu durum yaşamın değişken olmasından kaynaklanır. Çeşitli yörelerde semah sözlerinin değişik ezgilerle ve vuruşlarla çalındıkları olur. Semah sözleri ile müzik birbirine uygunluk gösterir.


SEMAHIN ORTAMI

İlke olarak semahlar dinsel tören olan "cem" ya da "görgü, görüm" de yapılır. Kutsal inanç bütünün bir birimidir. Salt oyun işlevinde algılanmaz. Semaha kalkıştan oturuşa değin tüm kurallar yöre­lere göre kimi ayrılıklar gösterse bile, belirlenmiştir. Bu kurullar yerine getirilmeden semah dönülmez. Her işlem zincirin bir halkasını oluşturur.

Semahların yapıldığı yerlerde etkin bir sıkıdüzen egemendir. tüm görgü töreni boyunca olduğu gibi semahlar süresince de gürültü yapılmaz. Ayrıca semahlar çalınıp söylenirken sigara kullanılmaz. bir şey yenip içilmez. Diz üstü ya da bağdaş kurulup oturulur. Gürültü edenler, uygun olmayan davranışta bulunanlara çeşitli cezalar verilir. Bu cezanın biçimi dedenin ve toplumun kararına bağlıdır. Ceza olarak, toplum için yiyecek, içecek gibi bir şey aldırılabilir. Kişi bir süre ­törenden dışarı atılabilir. Ceza verme konusunda da yerel ayrılıklar vardır. Doğuda suçlunun eline bir kova verilir, bir süre bir kıyıda bekletilir. Sivas-Malatya yöresinde dara çekilir. Kişinin suçu ağır ol­duğunda asa ile vurularak cezalandırıldığı olur.

Alevi dinsel törenleri "Görgü'', "Muhabbet cemi" ve ''Abdal Musa" olmak üzere üçe ayrılır. Görgü cemi yıllık dinsel törendir. İnanca göre bir yıl içinde yapılanların hesabı verilir. Muhabbet cemleri her­hangi bir fırsat nedeniyle bir araya gelindiğinde yapılan cemlerdir. Abdal Musa ise görgülerin sonunda ya da görüm yapılmadığı yıllarda tüm toplumu birlikte tutmak amacıyla bir akşam içine sığdırılan din­sel törenlerdir.

Semahlar muhabbet cemlerinde cemin sonuna doğru yapılır. Muhabbet toplantısının sonunda tüm er ve bacılar semaha kalkar. Birinci deste okuyucuları mürşidin iki yanında, ikinci deste okuyucu­ları onların karşısında, üçüncü deste okuyucuların tören odasının sağ ve sol yanında yer alırlar. Birinci deste deyişin ezgisini okur. İkinciler bu ezgiyi bir üçlü aşağı ve yarım ölçü sonradan başlama üzere çok sesli biçimde yineleyerek izlerler. Parçanın sonundaki "la" sesin­de birleşirler. Birinci bölümün yinelenmesi ve ikinci bölümün okunması da bu biçimde söylenerek sürdürülür. Bu okunuş sırasında yanlarda duran üçüncü destedeki kişiler notadaki seslere ''Ya şah-ı Velayet'' diye tempo tutarlar. Orada semah yapanlar da ezginin ve bağlamanın vuruşlarına uygun biçimde ''Ya Şah.. Ya Şah'' diye çağrışırlar.

Görgü cemlerinde belli aralıklarla semah yapılır. Ancak bunlar­da da bir sıra izlenir. Önce tören başlar. Çerağ uyandırılır. Aşıklar sazlarına sarılıp bir iki deyiş okurlar. İlk semah bundan sonra cemi yöneten dede ya da babanın izni ile yapılır. Önce ağır ve yavaş hare­ketli semah deyişleri ile başlanır.

Semahları cemden ayrı düşünmek ve incelemek yanlıştır. Gerek Aleviliğin kutsal kitabı Buyruk'ta; gerekse halk arasında semah on iki hizmetten biri olarak sayılır. Ancak zaman akışı içinde semahların oynandığı ortamda da bir yumuşama olmuştur. Giderek dede katında yapılan toplantılarda da oynanmaya başlanmış, bunu daha geniş eğlentilerde oynanması izlemiştir. Katı kurallara girmeyen Alevi toplumu ''dinsel ortam'' kuralında da direnmemiştir. Mutlu günlerde, eğlencelerde bir banş şöleni gibi, barış sevinci içinde yapılır olmuştur. Topluluğu daha canlı, daha neşeli tutabilme işlevini üstlenmiştir. Gü­nümüzde düğünlerde bile oynanmaktadır.


SEMAHTA DÜZEN

Semah oyununa önce yavaş hareketli semahla başlanır. Bu ge­nelde oyunların yaygın kuralıdır. Yavaş oyun, bir giriş bir ısındırma amacı güder. Ardından ivedi hareketli bir bölüm gelir. Semahlarda da bu kural geçerlidir. Semahlar genellikle ''ağırlama'' ve ''yeldirme'' bö­lümleri olmak üzere iki bölümden oluşur. Doğal olarak ilk semah ağırlamadır. Kişinin oyuna hazırlanması amacı güder. Söz ve ezgi bu ağırlamaya göre seçilmiştir. Hareketler de bu düzene uygundur.

Ağırlama cemde ayak kesilmeksizin yapılan ilk semah olarak tanımlanır. Ağırlamada erler kollarını sağa sola hareket ettirirler. Bacılar kollarını omuz düzeyinden daha yukarıya kaldırmamak üzere aynı hareketi yan tarafa doğru yaparlar. Söz ve ezgiye uygun olarak ayaklar ileri geri atılır.

Semahlar konusunda yaptığım araştırmalarda genellikle Semahtan bahsederken ''oyundur", ''oynanır'' gibi sözcüklerde karşılaştım. Kendisinin kitabından faydalandığım Sayın Yazar Fuat Bozkurt'ta semahlar konusunu anlatırken oyun, oynanır, semahçı gibi sözcükler kullanmıştır. Bana göre aslında bu sözcükler yerine icra edilir, dönülür ve semazen sözcüklerinin kullanılması daha uygundur.

Semahlar dinsel nitelikler taşıdıklarına göre diğer halk oyunlarından ayrılmalıdırlar. Alevi toplumunda kesinlikle ''Semah oynama'' veya "Semah oyunu'' gibi terimler kullanılmaz. "Semah dönme'' veya "dönülür" gibi sözler kullanılır.

Semahların oyun mudur? değil midir? konusunda Sayın İbrahim ÖZER (İbrahim Dede) şöyle düşünüyor:
İnsanlar maneviyatta ve tasavvuf ilmine göre basamaklarla, inanarak ve inandıkları o güçle Allah'a varmayı düşünürler. Bunu şu şekilde tarif edebiliriz.

1. Şeriat Kapısı 2 .Tarikat kapısı

3. Marifet Kapısı 4. Sırr-ı Hakikat Kapısı Semah'ın tarifi şöyle

düşünülebilir. Şeriat kapısında yani birin­ci basamakta adı geçen semah bir folklor oyunu olarak düşünülür ve her yörenin kendine has figürleriyle icra edilir.

Tarikat kapısında, yani ikinci kapıda semah, gerek Alevilerde, gerek Mevlevilerde, gerek Kadirilerde, gerek Nakşibendilerde yapılan ibadetin bir nevi, bir bölümü olarak düşünülebilir. Aleviler bu semahı bağlama eşliğinde yaparlar. Mevleviler bendir eşliğinde yaparlar, Kadi­riler ve Nakşibendiler davulbazlar eşliğinde yaparlar.

Üçüncü kapı ve üçüncü basamak olan marifet kapısında semah, ilahi bir aşkın vermiş olduğu bir iksirdir. Bu aşk geldiğinde o insan sokakta bile dönebilir. Ve hiç bir çalgıya ihtiyaç görmeksizin de­mircinin demire vurmuş olduğu tempoyu dahi kendine bir müzik kabul ederek o aşka ve meşke kendini kaptırır ve böylece 4. kapı olan Hakikat kapısına yol bulduğuna inanarak kendisini tatmin etmiş olur.

Henüz birinci basamakta olan kişiler için semah bir oyun sayılabilir. Çünkü burada kişi henüz çıraklık dönemindedir ve ibadet olayının içine girmemiştir. Bir nevi acemilik dönemidir. Tarikat kapısına gelince semah oyun olmaktan çıkar. Çünkü kişi Semahın ibadetin bir parçası olduğunu anlamıştır ve bunu ibadet amacıyla yapmaktadır.


(Sevim Coşkun-Sivas Semah ve Halaylarının Karşılaştırılması)

Ara

 

Vesaire

Ç ç Ğ ğ İ ı Ö ö Ş ş Ü ü

»» Türk Harfleri Çevirmeni

»» Bize Ulaşın
»» RSS:Başlıklar

Arşiv

May 2024
Sun
Mon
Tue
Wed
Thu
Fri
Sat
 
 
 
 1 
 2 
 3 
 4 
 5 
 6 
 7 
 8 
 9 
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
 
 
 
 

Sıcağı sıcağına

https://static.twoday.net/ yilmaz/images/DX07N_4UMAAC zhh.jpg
https://static.twoday.net/ yilmaz/images/DX07N_4UMAAC zhh.jpg
zehni - 9. Mar, 17:18
von Blogger zu Blogger
Würdest Du mir ein Interview geben? Ich schreibe unter...
ChristopherAG - 5. May, 01:06
Su akıyor ve ben gidiyorum...
Sonra fark ettim ki Su akıyor rüzgar esiyor Yağmur...
zehni - 15. Apr, 13:42
Sana..
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana Mey süzülmüş...
zehni - 15. Apr, 13:32
Görenlere Aşk ola
Asik olan ummana düser vay vay vay Hayvan gelir insan...
zehni - 25. Dec, 16:15
İnek nasıl kaşınır?..
İNEĞİN köydeki Atatürk büstüne sürünmesi ve büstü devirip...
zehni - 26. May, 20:22
Takvimlerden haberin...
GECELER DÜŞMAN Söz - Beste : Adnan Ergil Takvimlerden...
zehni - 26. May, 20:19
DİNİ YİRMİ KURUŞA SATMAYANLAR
Londra'daki caminin yeni imamı şehre gitmek için hep...
zehni - 10. Apr, 12:48
UPANİŞADLAR
İnsanlığın en eski felsefe eserleri. 4000 yıl önce,...
zehni - 17. Mar, 18:20
YEM BORUSU
Görmüyoruz sanmayın içyüzünü işlerin, O doğru duruşların...
zehni - 14. Mar, 13:02

Users Status

You are not logged in.

Durum

Online for 7161 days
Last update: 15. Jul, 02:03

turkey




Get Firefox!
Get Thunderbird!

CiDDi CiDDi
FUCKUELTE HAYVANI
gayriciddi
KOESHEM
OKUMUSH CHOCUK
SHARKI ve SHIIR
ya$ayarak
Profil
Logout
Subscribe Weblog