ya$ayarak
- Eşiniz Bedii Bey sizi cok kırmış ?
- Hem de nasıl. Büyük bir şok yaşadım. Çok
büyük bir aşk vardı. Çok fedakarlık yaptım.
Yeniden bir insan yarattım ve milyoner ettim.
Nerede yanıldığımı çıkarmaya çalıştım. Seneler
sonra bunun cevabını bir tiyatro oyunundan aldım:
Bir kadını seneler sonra kocası aldatıyordu. Kadın
nedenini söyledigi an, buldum, buldum diye bağırdım.
Piyeste doktor koca zengin oluyor ve aşık olduğu
kadın için karısına ayrılmak istediğini söylüyor.
Kadın yakın arkadaşıyla dertleşirken soruyor:
-Nerede yanlış yaptım? Arkadaşının cevabı birçok
kadının problemini çözüyor. Diyor ki:
-Kocan sana o kadar çok borçlandı ki... Bana
birini göstersene alacaklısını seven?
Bu yüzden sana düşman oldu. Fazla fedakarlık
hiç kimse için iyi değil. Dost için de aynı,
sevgili için de, koca için de…
zehni - 13. Jun, 21:30
"Bir cumartesi sabahı bunları yazmanın sırası mı?" diye düşüneceksiniz belki... Ama zaten "bunları yazmanın tam sırası" olmasının nedeni de doğrudan doğruya, "Şimdi sırası mı?" sorusunun yaşamlarımız üzerinde oynadığı roldür..
Zaman zaman aile büyüklerimi ziyaret için ya da bir yakınımın cenazesine katılmak için gittiğim mezarlıklarda, mezar taşlarına bakınca hep aklıma bu "tembih" gelir zaten: "Şimdi sırası mı, sonra yaparsın!"
Mezar taşlarındaki doğum-ölüm tarihlerine dikkatle bakarsanız ölümün de "sırası"nın olmadığını görürsünüz..
Çocuklar, gençler, orta yaşlılar, yaşlılar.. Yan yana öylece yatarlar.
Tam sırası!
Neleri erteleyip de gerçekleştirmeye fırsat bulamadıklarını da hiçbir zaman bilemezsiniz.
Zaten onlar da bilemezler artık..
Rüzgârda ağır ağır salınan bir teknenin içinde beni bunları düşünmeye ve yazmaya sevk eden şey okuduğum bir roman oldu.. (Gabriel Garcia Marquez, Benim Hüzünlü Orospularım, Can Yayınları, Çeviren: İnci Kut.)
"Büyük Gabo" bu romanında, 90. yaş gününde kendisi için özel bir kutlama planlayan, kendi halinde bir gazetecinin yaşamının son doğum gününde kendisiyle hesaplaşmasını anlatıyor.
Yaşamı boyunca gerçek aşkı hiç tatmamış, yaşamı boyunca parasını ödemediği hiçbir kadınla sevişmemiş, sadece genelevlerde geçirdiği saatler içinde kendisi olabilmiş bir yaşlı adam..
15. yüzyıl İspanyol yazarı Jorge Manrique'nin sözleriyle şöyle diyor romanın bir yerinde: "Kimse aldatmasın kendini, sakın sanmasın ki daha uzun sürecek beklediği hayat, daha önce gördüklerinden.." "Çünkü hepsi aynı hızla geçip gidecek!"
Ve romandan bir başka alıntı: "Ne yaparsan yap, bu yıl ya da yüzyıl içinde sonsuza dek öleceksin!"
Gerçek bir armağan
Romanın kahramanı olan bu çirkin ve yaşlı adam 90. yaş gününde kendisine özel bir armağan vermek ister. Eskiden tanıdığı bir genelev patronundan kendisine bir "bakire" bulmasını ister.. İsteği yerine getirilir.. Ancak yaşlı adam her seferinde genç kızı uyurken seyretmek dışında bir şey yapamaz ve bu garip ilişkinin sonunda da o zamana kadar tatmadığı bir duyguyla tanışır: Aşk! Kıza âşık olur..
Ve yaşamının sonunu güzelleştirecek öğüdü de aynı genelev patronundan alır: Âşık olarak sevişme zevkini denemeden ölmeye kalkma sakın! (Kadının ifadesini biraz "kibarlaştırdım", neden böyle yaptığımı bilmiyorum ama.. Belki giderek eski kafalı biri olmaya başladığımdandır!"
Sonunda bizim yaşlı gazeteci, kızın da kendisine âşık olduğunu öğrenir. Yaşamının birinci yüzyılının şafağında ilk kez kendi gerçeğiyle tanışır: "Sonunda gerçek yaşam buydu işte, kalbim kurtulmuş, yüz yaşımdan sonra herhangi bir gün mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan ölmeye mahkûm olmuştu!"
Bir sınırı var
İnsanın, yaşamının ne gün sona ereceğini bilemiyor olması elbette iyi bir şey.
Bu bize yaşama sarılmak ve yaşamın zorluklarıyla baş edebilmek için güç veriyor.
Ama öte yandan bunun yarattığı bir yanılsamanın içine düşmemize de yol açıyor: Sanki bize bahşedilen yaşam süresi sınırsızmış gibi, istediğimiz her şeyi yapmaya yetecekmiş gibi bir yanılsama..
Yaşamımızın efendisi olmamızı engelleyen, bazen de elimizden uçup gidiverdiğini fark etmemize imkân vermeyen bir belirsizlik..
Bu cumartesi sabahı sokağa çıktığınızda yüzünüzü güneşe verip bir sorun kendinize: Bu haraketi daha kaç kere tekrarlayabileceksiniz? Bin, beş bin, yüz bin?
Yanıtınız ne olursa olsun, esas olarak bir sınırı ifade ettiğini hiç unutmayın ama.
mehmet.yilmaz@milliyet.com.tr
zehni - 11. Jun, 15:42
'Çok keyifli anınızda kimseye bir şey vaat etmeyin. Çok öfkeli anınızda kimseye yanıt vermeyin.' Çin Atasözü
Hani bizde yanlis ata sözleri varya acaba bu da Çinlilerin yanlis atasözlerinden birimi ?? Tepemin tasi atacak ve ben cevap vermeyecegim yok yaaa.Ayaga kalkmadigin sürece cevap verilmeli ayaga kalkarsan zararla oturma ihtimali yüksek.
zehni - 10. Jun, 09:55
Albert Einstien diyor ki "3. Dünya Savaşı'nın hangi silahlarla olacağını bilmiyorum ama dördüncüsünün taş ve sopalarla olacağına eminim".
Buz kadar lekesiz, kar kadar temiz olsan bile iftiradan kurtulamazsın.
William Shakespeare
zehni - 7. Jun, 12:17
"Hayatı hak etmenin" tadı; "hayattan yararlanma" tepişmelerinin üstünde bir gök kuşağını kavislendirmede...
Örneğin, bir arkeoloğun gerçekleştirdiği yeni bir buluş...
Örneğin, her gece gördüğümüz rüyaları kayda geçirip seyredebilme olanağını gerçekleştirme...
Örneğin, kamaraları -gayrimenkul mülkiyeti gibi- birey mülkiyetine girebilecek bir gemi çizimi yapma...
***
Tatil sitesi reklamlarında da, bir pisin kıyısında pipetle kokteyl içen, şezlonga uzanmış mayolu bir erkek; yanında da, yerde sırt üstü yatan, bacakları açık bikinili bir sevgili...
Gizli Kuran kurslarına ceza indirimi; tatil yörelerinde de emlak fiyatlarına piyasa bindirimi...
Ne mutlu "biliyor musun ben kimim" diyene ve de her haltı yiyene...
Hollanda da "Hayır" dedi, çalsın davullarla zurnalar...(adli yazidan alinti Cetin Altan )
zehni - 2. Jun, 12:03
'Hayatınızın her gününü sanki bir dağa tırmanıyormuş gibi yaşayın. Arada bir zirveye göz ucuyla bakın ki, hedefiniz daima aklınızda olsun; ama yalnızca zirveye odaklanıp, varılan her yeni noktanın farklı ve güzel manzarasını da kaçırmayın'. Harold B. Melchart
zehni - 1. Jun, 11:59
Sayin sitedaslarim,
demin www`de dolasirken okudugum bir cümleyi paylasmak istiyorum sizlerle:
"...aşk insanın kendisini bir başkasıyla aldatmasıdır..."
sukran - 31. May, 00:29
"Bana ne Din, ne Ahlak, ne de Mantık yardım edebilir. Ahlakın bana yararı yok. Ben doğuştan ahlakçılığa karşı biriyim. Kurallara değil, istisnalara göre yaratılmış insanlardanım.
Sanata ilişkin hiçbir çabam yoktu: Sevgililerin başındaki menekşeli taç, bana şairin defneli tacından daha üstün geliyor.
Aşk ruh halini körüklüyor ama açıklama isteğini susturuyor."
"Bu dünyada sadece iki trajedi vardır.
Biri istediğini elde edememektir,
öteki ise bunu elde etmektir." -Oscar Wilde
zehni - 29. May, 21:27
Bugün 16 Mayıs, meteoroloji kayıtlarında her yıl Filizkıran Fırtınası diye geçer; ama bundan da önemlisi Hasan Hüseyin Korkmazgil'in adını bu fırtınadan alan şiiri "sapsarı karanlıkta yerler bahar ölüsü" diye biter... Aslında bu hafta yazma hevesimde tık yok. Ne halt edeceğim bilemiyorum. Yazacak bir şeyler bilsem, vallahi de billahi de yazacağım ama aklıma gelmiyor; aklıma nedense hep yazılmayacak şeyler geliyor. Bazen canım, resim yaparcasına dizginsiz yazmak istiyor.
Çünkü gece... Ve onuncu kat penceresinin ardındayım. Şu yıldızı, adını bilmiyorum, gezegenin her yerinden görüyorlardır... Karanlığı aydınlatamayan mütevazı mavi ışığında mutlaka bir felsefe buluyorlardır, yani ışığı her göz kırpışında... Lakin ben burada klavyemle bir başıma tıkırdıyorum, yorumsuz: Belki de kelimelerden yorulmuş ve yoğrulmuş bir resim çiziyorumdur. Belki de renklerin yerine kelimeleri mıncıklayıp yalanıma ortak bir tabloyu kaleme alıyorumdur. Apartmanların kuytu kovuklarından gelen fırtına habercisi uğursuz rüzgar uğultusunun tacizinde, Gece Karanlığında Camın Arkasında Filizkıran Fırtınasını Bekleyen Bir Aydın Namusu'nu koruyorumdur; son politik gelişmelere bigane... "Namus?" Ne riyakar kelime! Artık eskisi gibi değiliz. Zira yıllardır hep Filizkıran Fırtınasına maruz kaldık. Önce buna bir mim koymalıyız. Ama belki de çaresizlikten, böyle diyorumdur. Çaresizlik ve cesaret... İkiz sözcükler... Çaresizlik nedeniyle her bir şeyi göze almak cesarettir... Cesaret ise, elbet çare yaratmaktır, başka bir şey değil; ama konu bu değil. Konumuz, konusuzluk... Nerede kalmıştım? Kapkara karanlıkta mı, suspus suskunlukta mı? Suskunluğumuz, söylediklerimize kulak asılmayışından mı; yahut yine bir Fırtına öncesinde oluşumuzdan mı?
Şimdi demek ki kendimce suskunluğu bozmamak, bir şey söylememek için yazıyorum; işte öylesine. Sahi bazen siz de böyle yapmıyor musunuz? Aslında bazen bir şey söylememek için konuşuyoruz; yazıyoruz. Çünkü konuşmazsak yazmazsak, biliyoruz ki, belki de söylenmemesi gerekeni söylemiş olacağız; "hakikat"ten çalacağız. Hırsız kemanlar da sözcüklerimi çalıyor Vivaldi çapkınlığında ve ben yine susuyorum işte. Herkes gibi ben de sarsıntısını bekliyorum şiddetini bilmediğim toplumsal bir zelzelenin; ve kımıltısız bir zelzelenin vesvesesinde, allegro rehavetteyim sakin mi sakin... (Üstüme gelmeyin, hiçbir şey demek istemedim; şu an kendi halimde müzik dinlemekteyim!) Çünkü şimdi saat gece yarısı biri üç geçiyor. Geçen zaman değil de saatin tik takları canıma tak ediyor. Tik takları duymazsam fark etmiyorum, ama vallahi zaman çaktırmadan geçiyor. Masada tuzluk gözümde gözlük; tuza tuz göze göz mavalımda; sandalye masasız oturmuş ööööyle bakıyor: Ve hakikatlerim değil inanın ki, sadece masamın üzerinde eksik bir kadeh beni böyle yer ile yeksan ediyor. Şimdi yine, hep böyle şimdi yine, gözleriiiiiim yanıyor. Gözlerim şimdi efendim, yani iğne iğne susuyor. Susuyor gözlerim efendim, gözlerim kusuyor. Emsaline meftunmuş lakin mahcupmuş neye yarar? Kabuksuz yaralarım kanıyooor, kanıyor ve itham ediyor hala anılarımı... Başka sesler mi çınlıyor suskun gözlerimde, puskun göz bebeklerimde? Birisi gaipten mi gelmiş yoksa diğeri kaulü beladan, belaların katmerlisinden ha bire kaçıyormuşuz ya peşimize bakarak, bir de peşimize takılmış geçmişimizle avunarak; avanak takazalardan peki neden hep böyle maraza çıkıyor?
Gözlerim niçin mi susuyor? Madem ki insanın özü sudur ve gözyaşı dahi sudur; gözyaşı öyleyse her insanın özsuyudur. Göz pınarlarını doldur doldurabildiğin kadar... Çünkü "severim fırtınanın her türlüsünü" demiştir şair ve bakın dışarıda yine Filizkıran Fırtınası var. Elbette bunlar değildi demek istediklerim; heyhat bütün kuru sözlerim bu demek istemediklerim üzerine kuruldu ve...
16.5.2005
melihpekdemir@birgun.net
zehni - 17. May, 12:04
Bizdeki kahvelerden hiçbirinin tarihinde, öpüş üstüne yazılmış bir yazının yüksek sesle güle eğlene okunduğunu sanmıyorum.
Bu tür hafiflikleri oldum bittim yakışıksız bulan geleneksel ağırbaşlılığımızla, asık suratlılığımızın ise; üretimin artmasına fazla bir katkısı olmamalı ki, geçim koşullarının gün günden ağırlaşmasından hepimiz yakınıyoruz...
Belki de başların ağırlığıyla geçim koşullarının ağırlığı arasında, gizli bir orantı vardır. Koşullar ağırlaştıkça başlar ağırlaşmakta; ağırbaşlılık çoğaldıkça da, koşulların eziciliği yoğunlaşmaktadır.
***
Koşulları bir anda hafifletmek kolay olmadığına göre, acaba daha önce başlarımızı hafifletmeye kalksak; sırtımızda, suyumuzu çıkaran yaşam yükünü de, dolaylı bir biçimde daha çekilir bir hale getiremez miyiz?
Sürdüregeldiğimiz ağırbaşlılık, şimdiye dek, belimizi büküp duran sıkıntı hamallığından bizleri kurtaramamıştır.
Öyleyse...
Öyleyse kahvelerde öpüş üstüne yazılmış yazıları, güle eğlene yüksek sesle okumaktan korkmayalım...
Varsın ağır olamadığımız için, kimse bize molla demesin...
Ve dostlar zincirleme bir keyifle "İşte geldik gidiyoruz, yaşadığımız yerler şen ola..." desin.
***
Dr. Gibbons, öpüşün bilimsel tanımlamasını şöyle yapıyor:
- İki "orbicularis oris" adalesinin gerilerek üst üste gelmesidir...
Bu tanımlamaya göre, "orbicularis oris" adaleleriniz, gerilir de üst üste gelirse, anlayın ki birini öpüyorsunuz...
Dudaklarına doğru yaklaştığınız biri, sizin kendisini öpmek istediğiniz kuşkusuna kapılır da, yüzünü bir o yana, bir bu yana çevirmeye kalkarsa:
- Ben seni öpmeye çalışmıyorum, sadece "orbicularis oris" adalelerim gerilerek üst üste geldi, diyebilirsiniz.
Bu açıklamayı duyunca, o da başını sağa sola oynatmaz ve gerilerek üst üste gelen "orbicularis oris" adalelerinizin gevşemesine yardımcı olur.
***
Goldoni:
- Bir kadın öfkeliyken, dört küçük öpücük yeter onu yumuşatmaya, diyor.
200 yıl öncesi Venedik'in, çıtırlı pıtırlı çapkınlıkları içine doğmuş olan Goldoni; bilmesine bilir bu tür reçeteleri ama, dünyamız o zamandan bu yana öylesine değişti ki, bir kadın öfkesini yatıştırmak için, dört küçük öpücüğün yetmesi şöyle dursun; bazen dört kürk, iki pırlanta, bir araba; bazen de dört sille, iki yumruk, bir tekmeyle bile durumu değiştiremediklerinden yakınanlar; hangi meyhanede kaç gece sabahladıklarının hesabını karıştırır oldular.
Ya 200 yıl içinde öpücüklerin uyuşturuculuğu azaldı, ya kadınların öpücüklere karşı bağışıklığı arttı.
Nitekim siyasal alışkanlıklarda dahi, bir öfke patlaması olduğu zaman; durumu yatıştırmak için öpüşle möpüşle yetinilmiyor; çok daha kötü ve dopingli girişimlere geçiliyor.
***
İtalyanlar bıyıksız öpücüğü hardalsız bifteğe benzetiyorlar. Bizdeki erkeklerin bıyıklarına olan düşkünlüğünü kibarca özetlemek için, turizm propagandalarımızda kullanabiliriz bu benzetişi:
"Mavi denizler ve görkemli kubbeler ülkesinde biftekler daima bol hardallıdır."
***
Shakespeare de bir şiirinde:
- Onun öpüşleri, demiş, dünyasından vazgeçmiş bir papaz sakalının dokunuşu kadar arı ve saftı...
Bir genç kız öpücüğünün, deneyden hiç geçmemiş tazeliğiyle ürkek usulluğunu anlatmak için; koskoca Shakespeare'in bula bula, dünyasından vazgeçmiş bir papaz sakalının dokunuşunu bulması, büyük sanatçının bu konuda bir anlatım zorlamasına düştüğünü gösteriyor.
Kendisinin yüzüne, yanaklarına, dudaklarına; gencecik bir kızın öpüşleri yerine, dünyasından vazgeçmiş bir papazın sakalı deyip dursa; ikisinin birbirine hiç de benzetilemeyeceğini daha iyi anlardı.
***
Maeterlinck:
- Ancak öpüşürken söylenebilen şeyler vardır, diyor; ola ki kişinin yüreğindeki en derin, en temiz şeyler, bir öpüşün çağrısını duymadıkça çıkamıyorlar oradan...
Maeterlinck, günlük bir gazetenin yazarı olsa, hapı yutmuştu. Ya yüreğindeki en derin, en temiz şeyleri çıkartacağım, diye; kendisine öpüş ortağı aramaktan, yazıyı çıkartamaz; yahut yazıyı çıkartacağım derken, ortaklığın tadını çıkartamaz; velhasıl kördüğüm olup ne halt edeceğini bilemezdi.
***
Öpüş deyince nedense hemen cinselliğe kayar akıl. Oysa cinselliğin dışında da; ne tumturaklı, ne karmaşık makaslı, ne püskülü kuyruğuna takılmış öpüş türleri vardır... Örneğin yere sağlam bastığı sanılan birinin, tabanının altını öpmek; yahut çöktüğü yerden hiç kalkmayacakmışçasına, oturduğu yere kurulmuş birinin, önce eteğini, sonra elini ve kazara ayağa kalkarsa da, daha başka yerlerini öpmek gibi... Talihsizliğin sillesini yiyince, yüzükoyun kapaklanıp, yeri öpmek gibi...
***
Kimi zar atmadan önce zarları öper; kimi ayağını karaya basınca, toprağı öper; kimi bir müjde mektubunu, kimi inandığı kutsal bir simgeyi, kimi de yeni kavuştuğu bir özgürlüğün ilk içkisini öper...
***
Ve kahvelerde güle eğlene yüksek sesle hiç öpüş yazıları okumamış olanlar; gurbete düştüklerinde mektuba başlarken, büyüklerin ellerini, küçüklerin gözlerini öperler. İçlerinden çok daha fazla özledikleri başka öpüşleri geçirseler de, o kadarıyla yetinmek zorunda kalırlar. Ağırbaşlı olmak yüzünden, sadece selamlar söyler ve sadece selamlar alırlar...
Not: 23 yıl önce yazılmış bir yazı... "Şeytanın Gör Dediği"nden... Cetin Altan
zehni - 16. May, 13:18