pen36 header icon36

CiDDi CiDDi

Friday, 16. September 2005

"Kimlik bitte!"

Malum, son bir haftadır “kitlelerin” ayranı kabardı, dört bir yanda linç girişimleri gırla gidiyor. Ama her daim böyle değildirler. “Kitleler Psikolojisi” kitabının yazarı Gustave le Bon 110 yıl önce şöyle diyordu: “Kitlelerin meyil ve muhabbeti hiçbir zaman iyi hükümdarlara değil, kendilerini şiddetle baskı altında bulunduran müstebitlere karşı olmuştur... Zayıf bir hükümete karşı ayaklanmaya her vakit hazır olan kitle, kuvvetli bir hükümet karşısında esir gibi eğilir.” (s. 59)

Bu tespitin doğru olup olmaması önemli değil; önemli olan 12 Eylülcüler'in iyi birer Gustave le Bon talebesi olması. Ve bugün 12 Eylül. Yani 25 yıl önce 12 Eylülcüler, darbe yaptılar, sağı etkinleştirdiler, solu etkisizleştirdiler, toplumu çürüttüler.

Bunun için insanlara ve topluma işkence yaptılar. Artık şunu herkes biliyor: İşkence ile korku ve dehşet toplumu yarattılar.

Bu da yetmedi, ideolojik işkence ile toplumun beynini yıkadılar ve bu şekilde sağı daha da etkinleştirdiler, solu daha da etkisizleştirdiler: “Kimlik Bitte” toplumu yarattılar.

19 yıl önce Cumhuriyet gazetesinin 18 Aralı k 1986 tarihli nüshasında, bir “haber” yer almıştı. “Kimlik Bitte” başlığıyla, birinci sayfada fotoğraflarla verilen bu haberde, Nazi üniformalı bazı kişilerin İstanbul’un göbeğinde, sokakta yürüyen vatandaşlara kimlik sorduğu, üst baş araması yaptığı ve kimsenin sesini çıkarmadığı; duvara dayanıp aranırken, “Siz kimsiniz? Ne hakla kimlik soruyorsunuz?” diye itiraz etmediği anlatılıyordu.

İstanbul’da sahnelenmekte olan “İçinden Tramvay Geçen Şarkı” oyununun bilet kontrolünü de “Kimlik Bitte” (Kimlik lütfen) şaka sorusuyla yapan ve Nazi üniforması giyen tiyatro oyuncuları, sokaktaki insanların kendilerinden korkup kimlik göstermesi üzerine, “Bu kadarını beklemiyorduk” demişlerdi. Haberde şu sorulara cevap aranıyordu:

“Peki bu insanlar kimdi? Neden karşılarında kendilerine Almanca kimlik soran yabancı üniformalı şahıslara itirazsız kimlik gösteriyorlardı? Acaba bunu oyunun etkisiyle mi yapıyorlardı, yoksa başka nedenler de var mıydı?

Acaba oyun tiyatronun dışına İstiklal Caddesi'ne taşınsa, insanlar ne tepki verecekti? Kimliklerini yine itirazsız gösterecekler miydi?

Acaba bu oyuncular Sirkeci Garı’na girip bir düdük çalsa ve ‘herkes çöksün’ diye bağırsa insanlar çöker miydi?”

Celal Bilgili, Canan Yüksek, Haluk Zülfikar, Boran Kaya, Tanya Taşçıoğlu ve Arzu Bigat, Alman üniformalarını giyinmiş olarak İstiklal Caddesi'nde “genel arama tarama” ve “normal kontrol” yaptıkları sırada, Cumhuriyet muhabiri Tarık Ersoy da arananların verdikleri tepkileri ve gösterdikleri kimliklerinin dışındaki “kimlik”lerini de saptamaya çalışıyordu.

Örneğin, “kimlik bitte” isteği üzerine kimliğini itirazsız gösteren bir kişi, kendisine “Arkana hiç bakmadan koş” dendikten hemen sonra koşmaya başladığından, röportaj yapmak isteyen gazeteci tarafından güç bela yakalanabilmişti.

Yolda çevirdiği iri yarı beş erkek, yarı cüsselerindeki Canan Yüksek’in “Yüzünüzü duvara dönün ve ellerinizi havaya kaldırın” komutuna hiç itiraz etmemişlerdi.

Hepsinin rengi atmış, duvara dönmüş, içlerinden birisinin ellerini duvara dayayarak tereddüdünü yenmesi üzerine diğerleri de onu takip etmişti.

Belli ki kafalarında “Kim bu kadın?” sorusu, “Ne olur ne olmaz biz dediğini yapalım” açıklamasıyla çatışma halindeydi.

Elleri duvarda bir kaç saniye bekledikten sonra Canan Yüksek kimliklerini istemiş ve hepsi eksiksiz göstermişti.

Cumhuriyet muhabirinin “Neden kimliğinizi gösterdiniz?” sorusuna verdikleri yanıt basit ve hazindi:

“İstediler gösterdik...”

12 Eylül bir toplumu işte böyle kimliksizleştirdi.

Kimliksizleşen toplumun bireyleri, sürü oldular ve sürü kimliklerine, ilkel kimliklerine rücu ettiler; milliyetlerine, mezheplerine, hemşehriliklerine..

Bize de kala kala Nazım’ın şiirini okumak kaldı:

“Koyun gibisin kardeşim, / gocuklu celep kaldırınca sopasını / sürüye katılıverirsin hemen/ ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye. / .../ Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak / kabahat senin, /—demeye de dilim varmıyor ama / kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”

Türkler'in ve Kürtler'in, milliyetçilerin, kimlik kavgası verdiğine hala inanalım mı dersiniz? “Bitte!”

12.9.2005
Melih Pekdemir

Thursday, 4. August 2005

Baba bak kraliçe çıplak!

Bir varmış bir yokmuş. Memleketin birinde tesettürüne düşkün bir KRALİÇE yaşarmış. Dolapları, çeşit çeşit türbanlar, uzun kollu fistanlar, plajda giydiği haşemalar ile tıka basa doluymuş. Birgün (ki bunun gazetemizle alakası yok, yani günlerden bir gün) diyelim ki adı A mıydı yoksa B miydi olan bir ülkeden, hadi öyleyse diyelim ki AB denilen bir diyardan iki fetbaz terzi çıkıp gelmiş. "Ey Kraliçe!" demişler. "Size öyle bir tesettür giysisi yapacağız ki, bunu sadece dini bütün olanlar görebilecek, böylece siz de kim zındık kim münafık ve dahi kim terörist kim ılımlı bileceksiniz."

Bu amaçla yanlarında adı AB olan kendi ülkelerinden uyum modasını dahi getirmişlermiş.. Bunun BOP modeline uygun olacağını ve dikiş müktesebatına harfiyen riayet edilmesi gerektiğini de anlatmışlar. Ancak bir şartları varmış. Elbiseyi dikebilmek için sadece sarayda değil memlekette ne kadar altın iplik, atlas kumaş ipek örtü var ise bunların hepsini istemişler. Ve ilaveten bunları taşımak için bir de Kıbrıs eşeği... "Ama bu iş kolay değil, en az 10 yıl filan sürer" demişler.. Ve sarayda kendilerine ayrılan bir odada başlamışlar sözde sihirli kumaşı dokumaya. Ellerinde iğne havaya dikiş atıyor, makas ile boşluğu kesip duruyorlarmış, kraliçe yanlarına geldiğinde.

Her neyse, gün gelmiş.. Kraliçeye "Tamam" demişler; "giysi hazır." Kraliçe yanında şürekası ve dahi köşe yazarları, dini bütün tesettür giysisini görmeye gitmiş. Ama o da ne! Kraliçe bir bakmış, hiçbir şey görememiş haliyle.. "Yandım" demiş içinden, "demek ki ben bir zındıkım." Ve hiç sesini çıkarmamış, hayran hayran bakıyormuş gibi yapmış olmayan tesettüre. Aynı ruh hali elbette yanındakiler bakı mından da geçerli. Onlar da önce bir yutkunup sonra "zındık" ve dahi "terörist" sayılma korkusuyla tesettürü överek tezahürata başlamışlar; en çok bağıran da, bildiniz işte, köşe yazarı taifesiymiş. Ardından, sözde tesettür giysisini terziler bir güzel giydirmişler kraliçeye. Kraliçe de çırçıplak ve kendini tesettür içinde sanarak, yıllardır bu anı bekleyen ahalinin karşısına çıkıvermiş. Elbette önce ahalide de bir suskunluk hasıl olmuş ve yine hemen ardından, zındık sayılmama kaygısıyla bir vaveyladır kopmuş. Bir alkış, bir tezahürat... Böylece tesettürlü giysiyi "görmüş" olan herkes dini bütün sayılmış.. Ve bilhassa erkekler ellerinde kameralı cep telefonları büyük bir iştahla, sevgili kraliçelerinin "tesettürünü" çekmeye koyulmuş.

Tam bu sırada, ben diyeyim biraz aklı evvel, siz deyin yüzündeki sivilceden ergenlik çağına ilk adımını attığı hemen anlaşılan çocuk irisi bir Murtaza, hayatında ilk kez çırçıplak bir kadın görmenin yarattığı şehvetle ve dehşetle yanında dikildiği babasına dönmüş ve "Şşşt, baba lan, bak kraliçe çıplak, üffff!" diye fısıldamış.. Babası ise elinin tersiyle şaplağı yapıştırdıktan sonra, "Sus olan salak oğlum, biz görmüyor muyuz sanki, sen de manzaranın keyfini çıkar teres!" demiş ve kraliçenin fotoğrafını çekmeye devam etmiş. Ama yerin kulağı var; civardaki sivil polisler, oğlanın babasına ne dediğini hemen duymuşlar. Memleketin netice itibariyle bir teröriste de ihtiyacı var ya; bu delikanlıyı hemen derdest edip yakalamışlar.. Ahalinin geri kalanı da, televizyonlardan RTÜK’ün kapattığı porno kanalları yerine kraliçenin merasimlerini seyredip durmuş. Bu arada münafık Birgün gazetesi, delikanlının yakalanma haberini manşetten, "terör bahane" diye vermiş. Masal da burada bitmiş.

Onlar ermiş mi muradına bilinmez, ama biz çıkmışız kerevetine.ve kerevete oturur oturmaz, bi yerimize bi şey batmış canımız yanmış. Bu kıssadan Türkiye’ye hiç mi hiç hisse düşmezmiş; çünkü bu ülkede Kraliçe yokmuş, olsa bile buna zaten Sultan denirmiş; ayrıca TC’nin laik ve demokratik bir ülke olduğu cümle alem tarafından bilinirmiş. Ne var ki, Andersen’ın varisleri, AB müktesebatı gereği, telif hakları yasasına binaen yukarıdaki masalın yazarına dava açmış. Davaya halen AİHM bakmaktaymış.. Yaa, işte böyle...

1.8.2005
Melih Pekdemir

Wednesday, 20. July 2005

CocaCola / Turkuaz II

CocaCola / Turkuaz konusunda kısa bir araştırma yaptım;

CocaCola ürettiği su için (TURKUAZ) WebSitesi açmış ve suyun gerçekten de "Kaynak Suyu" değil de "İşlenmiş İçme Suyu" olduğunu yazıyor.

Bunun iyi yada kötü mü olduğu kişiye kalmış.

Üretim teknolojisi, "Ters Ozmoz" ve genel olarak içme suyu hakkında ilginç bilgilerde veriyor.

Dileyenler bu adresten ulaşabilirler:

www.turkuaz.com
turkuaz-su



bkz. CocaCola / Turkuaz I

CocaCola / Turkuaz I

Az evvel -yazının sahibinden değil ve yazının sahibinin var olup olmadığını bilmiyorum- şu maili aldım, aynen aktarıyorum:



CocaCola nin Son Oyunu: TURKUAZ Gercegi

Dün gece eve donerken su almak üzere markete ugradim.
Gorevliye şoyle sordum :
"1,5 lt su var mi? Ama Turkuaz dışında lütfen."
Turkuaz ciktigindan beri bu şekilde su aliyordum artik.
Para verip kotü su icmeye hic niyetim yok...
Marketteki adamin dediklerini aynen aktariyorum:
"Abi ben o sudan satmiyorum. Inan ki gelen müşteriden onda dokuzu senin soyledigin şeyi soylüyor."
"Peki neden halen daha satiyorlar?" diye sordum.
"Abi turkuaz suyu, marketlere bedava veriliyor. Satarsan kara geciyorsun, satmazsan oylece duruyor. Ama ben satmiyorum, cünkü alan yok."
Uzun soze gerek yok; hickimse almazsa, hickimseye satamazlar...
Bir şeye dikkatinizi cekmek istiyorum. Türkiye'de bazi şişeli Icme sulari dogal kaynak suyu degil.
Dogal kaynak sularinda devlete para odemeniz gerekiyor, arti bu tesislerin yatirim maliyeti cok yüksek.
Dolayisiyla, mesela CocaCola ne yapti? Uludag'dan kaynak suyu araştirmalarinda maliyetleri yüksek buldugu icin Bursa/Kestel'deki CocaCola fabrikasinda, derin kuyu pompalariyla ovanin suyunu cekerek bunu da ters-ozmoz'dan gecirip filtre ederek hem CocaCola meşrubatini hem de TURKUAZ'i şişelemeye başladi.
TURKUAZ'in etiketinin üst ve altindaki Kahverengi şeritlere dikkat edin... SOFRA ICECEGI yazar...
Devlet, CocaCola'nin uyanikligini kanuna uydurmak ve uyanikliga yapilacak itirazlari bertaraf etmek icin boyle bir kural cikardi...
Binlerce donümlük tarim arazisinin bulundugu ve CocaCola haric hic bir isletmeye "Derin Kuyu Pompasi" cakma izni VERILMEYEN Kestel ovasinda, yeraltindan cekilen su, filtre edilip daha sonra icine bazi mineraller katildiktan sonra Türkiye'nin en ücra kasabalarinda bile satiliyor ve likir likir iciliyor. Bazi yazlik kasaba ve koylerde neredeyse TURKUAZ harici icme suyu bulamazsiniz. Cünkü dagitim agi cok güclü... Bayilere baski bile oldugu yolunda duyumlar aldim.
Turkuaz icmeye devam edecekseniz, unutmayin... Yapay bir Su Iciyorsunuz.
Duyarli bir vatandaş olarak konuya dikkatinizi cekerim.
Her tarafi dogal kaynak sulariyla dolu memlekette, millete kuyu suyunu zorla ve de üstüne para alarak iciriyorlar.
Icmeyin arkadaşlar!
Y. Doc. Dr. Cemalettin CAMCI
Firat Universitesi Genel Cerrahi AD
Elazig-Turkiye




bkz. CocaCola / Turkuaz II

Monday, 30. May 2005

Az gittik uz gittik bir şiir boyu yol gittik

Haberin başlığı şöyleydi: Demirel "Nazım Hikmet vatan şairi olamaz" dedi. Süleyman Demirel şöyle devam ediyordu: "Biz vatan şairi olarak Namık Kemal'i biliriz, kendi oğlunu Türkiye Komünist Partisi'ne emanet etmiş Nazım Hikmet, vatan şairi olamaz. Turnusol kağıdı diye bir şey vardır. Eğer birisi çıkıp Nazım Hikmet vatan şairi diyorsa, işte o turnusol kağıdına asittir. Bu gibi sapıkların Türk cemiyetinde yeri yoktur."

Tarih 11 Temmuz 1967 idi... Demirel, Başbakan idi... Tarih 26 Mayıs 2005... Demirel, şimdi bu demecini okuduğunda, acaba nasıl tepki verirdi? Milas ilçesinde Nazım Hikmet'in "Vatan Haini" şiirini okuyan 17 yaşındaki gence reva görülen muamele, hep birlikte ayıplandı ama yadırganmadı. Çünkü burası Türkiye idi ve "olur böyle vakalar Türk polisi yakalar" idi... Tıpkı yine 1967 yılında sokak lambasına kırmızı kağıt takıp gitar çalan gencin komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanmasında olduğu gibi. Çünkü devir soğuk savaş devriydi... Muhbir vatandaşlar Bahar sigara paketlerini tersine çevirip bakar ve Mao portresi tespit ederdi; ve dahi "kızılcıklar oldu mu selelere doldu mu" türküsünü söylemek de her babayiğidin harcı olamazdı. Şaka değil, bu türkü için soruşturma açılması şartlar mucibince elzemdi... Haa, bir de münferit vakalar vardı. Mesela sistematik hukuk ihlalleri, işkence uygulamaları ayyuka çıktığında, devlet ricali hemen demeç verirdi: Münferit vakadır, Türkiye bir demokrasi ve hukuk devletidir... Efendim, şimdi 21. yüzyıldayız ya, aradan şunca zaman geçmiş, devran değişmiş ya, Başbakan da 1967 modelinden farklı konuşmuş: "Ben de şiir mağduruyum" demiş; yüreğimize su serpmiş, Milas'taki hadise bir münferit vaka imiş. Cemil Çiçek efendi Ermeni konferansına dair bir laf etmiş, ortalık birbirine girmiş; yine neyse ki Başbakan "Cemil Çiçek aslında hükümet sözcüsü ama bu konuda kişisel görüş beyan etmiş" filan demiş. Peki bu memlekette kim kimi bağlar; sadece ayakkabı bağı mı bağlar? Yoksa Cemil Çiçek de mi bir münferit vaka! Bu memlekette "münferit vaka" lafı münferit olmaktan çıktığında, tecrübeye binaen biliriz ki başımız hakikaten beladadır.

Bu "münferit" denilen hadiseler yüzünden asırlardır paranoyak bir toplum olarak yaşarız. Özgüven Emlak tarafından satılan evde mutlaka bir katakulli olduğunu biliriz. İtimat Turizm ile seyahat ederken, elimiz yüreğimizdedir, ne zaman kaza olacak diye... Her kim ki karşımıza geçip "ben namusum için yaşarım" der; gocunduğu bir şey var herifin diye bıyık altından güleriz... Başbakan da son günlerde, özgürlük ve demokrasi konusunda demeç üzerine demeç veriyor. Son olarak, "Düşünce hürriyetinden korkmayalım... Bırakın herkesin ne söylediğini görelim... Demokrasiye yapılan yatırım semeresini vermeye başladı" demiş. Ne zaman demiş? Eğitim Sen hakkında kapatma kararı alınmış; yeni TCY Meclis'te kabul edilmiş; Ermeni Konferansı iptal edilmiş; 17 yaşındaki genç şiir okuduğu için derdest edilmiş...

Kıssadan hisse: Tepeden ve dışarıdan devrim ancak böyle olur, efendiler! Kaşıkla verip sapıyla çıkarırlar. El eliyle gerdeğe girmek yerine, bu halk kendi düğününü derneğini yapana dek de bu "münferit" işler münferit olmamaya devam eder. Neyse ki Eğitim Sen'liler hakkında gizli örgüt, terör örgütü kurmak suçundan dava açılmadı; neyse ki Ermeni konferansı iptal edildi yoksa Madımak Oteli'nde olduğu üzere bütün hepsini cayır cayır yakabilirlerdi; neyse ki Milas'taki 17 yaşındaki gence okuduğu şiir yüzünden işkence edilmedi, hapislerde süründürülmedi; bunlara da şükür dersek eğer... Ne olur? Valla hiçbir şey olmaz... Böyle gelmiş böyle gider... Netekim.


30.5.2005

melihpekdemir@birgun.net

Tuesday, 10. May 2005

Çetin Altan da diyor ki:

"Diş ağrısı aslında dört ayak üstünde olmamakla ilgilidir.

Mesela diş ağrıları olmaz aslanda, kaplanda.

Biz insanlar ayağa kalkmışız. Enerji beynimize gitmeye başlamış ve ölüm bilinci oluşmaya başlamış."

Ne ilgisi mi var? Sizin hiç dişiniz ağrımadı mı?

Tuesday, 19. April 2005

Papa fikrasi

Birgün papa yaşlılıgından dolayı görevi bırakmaya karar vermiş. onun yerine de iskenderiye kilisesinin kardinalini göreve çağırmışlar.
adam görev aşkıyla iskenderiye yi bırakmış ve vatikana gelmiş.

tam ucaktan inecegi sırada gaztecinin biri mikrofonu kardinalin agzına dayamış:
-efendim vatikan genelevleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

kardinal şaşırmış tabi : -vatikan da genelev var mı? demiş

ertesi gün gazetelerde manşet:

kardinal iner inmez sordu: vatikan da genelev var mı?

Wednesday, 13. April 2005

Devrimcilik

Devrimcilik hayatı ve toplumu değiştirmek için yapılan bir mücadele.
Hayat karşısında takınılan bir tutum ve daha kısaca özetlemek gerekirse tercih edilen bir hayat anlayışı.
Düzenin size sunduğu hayatı beğenmiyorsanız, yapacağınız iki şey vardır: Ya kendi başınıza istediğiniz gibi yaşamaya çalışırsınız, ya da onu değiştirmek için sizin gibi düşünen insanlarla birlikte mücadele edersiniz.
Devrimcilik sonuçta bu ikinci şıkka giren insanların politik tercihidir. OM

Linç..

Mersin'deki bayrak olayından sonra, "milli hassasiyet"ler üzerinden tepkilerini savaş ilanına kadar vardıranların Trabzon gazası mübarek olsun…

Türkiye'de bayrak için her şeyden; gerekirse insan haklarından, demokrasiden, temel hak ve özgürlüklerden bir çırpıda vazgeçilebileceğini bütün dünyaya gösterdiler. Avrupa da gözünü dört açsın da olup-bitenlerden gereken dersi alsın!..

Neredeyse 10 yıldan beri aralıksız olarak sürdürülen bir eylemin sıradan ve basit bir tekrarını yapmaya kalkanların linç edilmek istendiği bir Türkiye düşünün. İşte bugün o Türkiye'de yaşıyoruz.

Cezaevlerinde tecride karşı bildiri dağıtan 5 genç dizginlenemeyen bir öfke seline maruz kaldılar. Polis olmasa, o kalabalığın elinden kurtulamayacak ve sadece bildiri dağıttıkları için çok büyük ihtimalle feci bir ölümle tanışacaklar.

2 bin öfkeli insan polisin elindeki gençleri istiyor, "onları bize verin" diye sloganlar atıyor. Trabzon'da benzeri ancak yeniçeri isyanlarında görülebilecek bir sahne yaşandığı gerçeğini gözardı edilemez.
Bu çılgın linç güruhu kimlerdir, onları birkaç dakika içinde meydanda buluşturan gücün adresi neresidir?

Dahası… Bir hukuk devletinde doğal bir şekilde olması gereken, linç girişiminde bulunanları tutuklamak ve mahkemeye göndermekken, tam tersine bu işlem bildiri dağıtanlara yapılıyor. Sebep, "toplumda infial uyandırmak!"

Doğru, ortada bir infial, daha ötesi de var. Var ama infial, linç girişiminin yanında devede kulak kalıyor. Ne var ki, alenen öldürmeye yeltenmek, saldırmak, zarar vermek, infialin bizatihi kendisini sergilemek suç olarak görülmüyor. Yeni veya eski Türk Ceza Kanunu'nda böyle bir hüküm mü var acaba?
İnsanların öfkeyle kendi hukuklarını kendilerinin uygulamaya kalktığı bir ülke hukuk devleti olabilir mi? Linçten hesap sormayan devletin hukukuna güven duyulabilir mi?

Trabzon'da milli hassasiyetler korunmadı, tam tersine o hassasiyetler ağır bir darbe aldı. Çünkü, demokrasi temel ve vazgeçilmez hassasiyetlerden birisidir.

Bugün TAYAD'lı solcular, yarın bir başka grup hiç fark etmez… Ülkede güven içinde yaşama, demokratik hakları dile getirme özgürlüğü yaralandı. Temel hak ve özgürlüklerin korunması en az bayrağı korumak kadar önemlidir.

Meclis Başkanı Bülent Arınç, her şeyin göründüğü gibi olduğuna inanmıyor, "bu olayların arkası gelebilir" uyarısını yapıyor. Bu söz geçen hafta söylenseydi, Trabzon'daki olaylar arkadan gelenlere örnek olacaktı. Arınç o sözleri dile getirirken ayrı saatlerde bu kez Samsun'da bir başka olay yaşandı. Yine, ölçüsü kaçırılmış bir milliyetçilik öfkesi, yine şiddet , yine aba altından sopayla vatanseverlik gösterisi…

Ortada bir provokasyon resmi var bu çok açık. Zaten provoke olmaya hazır kesimlerin varlığı de bir gerçek.

Ülkenin çıkarını ve vatanı sevmeyi kendilerinden olmayanın hayat hakkını gasp olarak gören ve farklı ideolojilerden yola çıkıp aynı tepkide buluşan insanlar artık demokrasiyi tehdit eder hale gelmiştir.

Ellerinde, bayrak ve vatan gibi temel değerler üzerinden harekete geçirilebilir bir kitle bulunan mahfiller, uzun süren demokratikleşme rüzgarının etkisinden kurtulmayı başarmış ve şimdilerde kuralsız rövanşa girişmişlerdir.

Doğru…Öyle sert bir rüzgar esiyor ki bunların arkasından her şey gelebilir. Bugün yaşananlar birkaç hafta öncesine kadar nasıl hayal bile edilemiyorsa, bundan sonra da bugüne aratan şaşırtıcı sahneler ortaya çıkabilir.

Olabileceklerin en kötüsü ise, Türkiye'de insanların hakları ve hukuklarının linç gerekçesi olmasıdır.
Demokratik tepkilerin linçlerle bastırılabildiği, farklılıklardan birinin bir diğerinden üstün tutulduğu bir pratiğe doğru gidiş vardır. Anlaşılan o ki, bu hukuk uygulayıcılarını bile ürkütüp duruma seyirci kalmaya zorlayan bir gidiştir.

Mustafa Karaalioğlu / Yeni Şafak

Wednesday, 6. April 2005

Demokrasi isteyemez olduk

Cuma günü Washington'da Mısır'ın önde gelen demokrasi ve insan hakları savunucusu Prof. Sadedin İbrahim bir konferans verdi ve neden Hüsnü Mübarek'in karşısına cumhurbaşkanı adayı olarak çıktığını anlattı. İlk soru solcu bir Amerikalı gazeteciden geldi: "Sizin yaptıklarınız neo-conların (yeni muhafazakârlar) politikalarıyla örtüşmüyor mu?" ABD'nin Irak'ı işgaline hep karşı çıkmış olan Prof. İbrahim'in cevabı epey öfkeliydi: "Ne yani neo-conlar istiyor diye demokrasi talebinden vaz mı geçeyim!"

Bu sahne aklıma ABD'nin Ankara Büyükelçisi Eric Edelman'la tek karşılaşmamı getirdi. Kendisine "Sizin yüzünüzden İslam dünyasında demokrasi isteyemez olduk" demiş, onun "Neden?" sorusuna da "Çünkü siz de demokrasi istiyorsunuz" cevabını vermiştim.

Edelman da bana "Galiba siz Amerikan karşıtısınız" demişti.


Rusen Cakir (sabah )
Veba ile kolera arasındaki İslam dünyası.adli yazidan alinti (06/04/2005)

Ara

 

Vesaire

Ç ç Ğ ğ İ ı Ö ö Ş ş Ü ü

»» Türk Harfleri Çevirmeni

»» Bize Ulaşın
»» RSS:Başlıklar

Arşiv

May 2024
Sun
Mon
Tue
Wed
Thu
Fri
Sat
 
 
 
 1 
 2 
 3 
 4 
 5 
 6 
 7 
 8 
 9 
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
 
 
 
 

Sıcağı sıcağına

https://static.twoday.net/ yilmaz/images/DX07N_4UMAAC zhh.jpg
https://static.twoday.net/ yilmaz/images/DX07N_4UMAAC zhh.jpg
zehni - 9. Mar, 17:18
von Blogger zu Blogger
Würdest Du mir ein Interview geben? Ich schreibe unter...
ChristopherAG - 5. May, 01:06
Su akıyor ve ben gidiyorum...
Sonra fark ettim ki Su akıyor rüzgar esiyor Yağmur...
zehni - 15. Apr, 13:42
Sana..
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana Mey süzülmüş...
zehni - 15. Apr, 13:32
Görenlere Aşk ola
Asik olan ummana düser vay vay vay Hayvan gelir insan...
zehni - 25. Dec, 16:15
İnek nasıl kaşınır?..
İNEĞİN köydeki Atatürk büstüne sürünmesi ve büstü devirip...
zehni - 26. May, 20:22
Takvimlerden haberin...
GECELER DÜŞMAN Söz - Beste : Adnan Ergil Takvimlerden...
zehni - 26. May, 20:19
DİNİ YİRMİ KURUŞA SATMAYANLAR
Londra'daki caminin yeni imamı şehre gitmek için hep...
zehni - 10. Apr, 12:48
UPANİŞADLAR
İnsanlığın en eski felsefe eserleri. 4000 yıl önce,...
zehni - 17. Mar, 18:20
YEM BORUSU
Görmüyoruz sanmayın içyüzünü işlerin, O doğru duruşların...
zehni - 14. Mar, 13:02

Users Status

You are not logged in.

Durum

Online for 7147 days
Last update: 15. Jul, 02:03

turkey




Get Firefox!
Get Thunderbird!

CiDDi CiDDi
FUCKUELTE HAYVANI
gayriciddi
KOESHEM
OKUMUSH CHOCUK
SHARKI ve SHIIR
ya$ayarak
Profil
Logout
Subscribe Weblog